Avcı toplayıcılıktan vazgeçip çiftçilikle uğraşmaya başlayınca toplumsal yapıda da ister istemez değişiklikler olmaya başlıyor. Nüfus artıyor, köyler, kasabalar kurulmaya başlıyor. Bunun da bazı sonuçları oluşuyor.Bu bölümde bu konuya odaklanıyor Harari.
6. Piramitleri İnşa Etmek
Sayfa 108: “TARIM DEVRİMİ TARİHTEKİ EN TARTIŞMALI olaylardan biridir. Tarafların bir kısmı bu devrimin insanlığı gelişim ve refah yoluna soktuğunu öne sürerken, diğerleriyse bunun bir lanetlenme anlamına geldiğinde ısrar ederler. Onlara göre bu durum, Sapiens’in doğayla yaşadığı uyumu bırakıp açgözlülük ve yabancılaşmaya doğru koştuğu dönüm noktasıdır. Yol her nereye gidiyorsa, artık geri dönüş mümkün değil. Tarım, nüfusların o kadar hızlı ve yüksek biçimde artmasını sağladı ki, hiçbir karmaşık tarım toplumu avcı toplayıcılığa geri dönerek kendi varlığını sürdüremez. Tarıma geçişten hemen önce, MÖ 10.000 yılı civarında, dünya 5-8 milyon arası göçebe avcı toplayıcıya ev sahipliği yapıyordu. 1. yüzyılda sadece 1-2 milyon avcı toplayıcı kalmıştı (özellikle Avustralya, Amerika ve Afrika’da) ve nüfusları dünyadaki 250 milyon çiftçinin yanında hiçbir şeydi.”
Harari bir önceki Bilişim Devrimi kısmında Avustralya ve Amerika kıtasını keşfeden insanın doğayla hiç de uyumlu olmadığını göstermişti. Amacı hayatta kalmak ve soyunu devam ettirmek olan insanın gözü pek de bir şey görmüyor. Söz konusu kendi hayatı ise doğanın canına okumaktan geri kalmıyor.
Sayfa 108-109: “Eski avcı toplayıcılar onlarca hatta yüzlerce kilometrekarelik topraklarda yaşarlardı. Tepeleri, dereleri, ağaçları ve gökyüzüyle beraber, “evleri” tüm araziydi. Öte yandan köylüler günlerinin büyük bölümünü küçük bir tarlada veya meyve bahçesinde çalışarak geçirirdi ve barınakları da taş, çamur ve ahşaptan yapılma ufacık yapılardı. Ortalama köylü evine çok ciddi bağlılık geliştirmişti. Bu, mimari olduğu kadar psikolojik yönleri de olan, etkileri çok geniş bir devrimdi.”
Çiftçilik sadece ekip biçmeyle sınırlı değil. Bakıp büyüttüğün ve zararlı canlıların girmesini engellemeye çalıştığın bir süreç. Böcekler, kemirgenler, yabani otlar… Bir çok engellenmesi gereken şey ortaya çıkıyor. Aşırı zaman ve enerji tüketen bir uğraş halini alıyor.
Sayfa 109: “İnsan eliyle yapılmış bu kurtarılmış bölgeler, tarihin büyük bir bölümünde çok küçüktü ve evcilleştirilmemiş doğanın geniş parçalarıyla çevriliydi. Dünyanın yüzeyi yaklaşık 510 milyon kilometrekaredir ve bunun yaklaşık 155 milyonu karadır. MS 1400 gibi geç bir tarihte bile, çiftçilerin çoğu hayvanları ve bitkileriyle birlikte sadece 11 milyon kilometrekarelik bir alanda, yani gezegen yüzeyinin yüzde 2’sine sıkışmış vaziyette yaşıyordu. Bunun dışında kalan her yer çok soğuk, çok sıcak, çok kuru, çok nemli veya başka bir şekilde tarıma elverişsizdi. Tüm tarih bu küçücük yüzde 2’lik alanda olup bitti.”
Bu tür bilgileri önemsiyorum. Sudaki balık olduğumuzu ve nasıl bir gerçekliğin içinde yaşadığımızı anlamamızı sağlıyor böyle bilgiler.
Geleceğin Yaklaşması
Sayfa 110: “Tarım alanları küçülmüşken, tarıma harcanan zaman artmıştı. Avcı toplayıcılar bir sonraki haftayı veya ayı pek düşünmezlerdi. Çiftçilerse hayallerinde gelecek yılları hatta on yılları hesaplıyorlardı.
Avcı toplayıcılar geleceğe önem vermezdi; çeşitli eşyalar biriktirmek onlar için çok zordu ve ne bulurlarsa yerlerdi. ….. Etki edemeyecekleri şeylerle ilgili endişelenmelerinin bir anlamı yoktu.”
Bu son cümle aslında tüm insanların sürekli akılda tutması gereken bir vecize olmalı. Bir çok insanın etki edemeyecekleri kendilerine dert edindikleri için yaşadıkları hayatı ziyan ettiklerini biliyorum. O kadar uzun yıllar bu tuzağın içinde yaşadım ki en çok kendimden biliyorum.
Sayfa 110: “Tarım Devrimi, geleceği eskiden olduğundan çok daha önemli hâle getirdi. Çiftçiler mutlaka geleceği akıllarında tutmak ve onun için çalışmak zorundaydılar.
Gelecek kaygısı sadece mevsimsel üretim döngüsü yüzünden değil, tarımdaki belirsizliklerden de kaynaklanıyordu. Çoğu yerleşim yerinde çok sınırlı evcilleştirilmiş bitki ve hayvan türüyle yaşadıklarından, kuraklık, sel ve hastalığın olumsuz etkilerine çok açıktılar. Köylüler stok yapabilmek için tükettiklerinden fazla üretmeye mecburlardı.”
Suya bağımlı hayatımızın başlangıcı bu oluyor. Harari bir kaç paragraf bu konuya değiniyor.
Sayfa 111: “Büyük ölçekli politik ve toplumsal sistemlerin kurulmasına yol açan çiftçiliğin yarattığı baskının çok geniş etkileri vardı. Azimli ve çalışkan çiftçiler, ne yazık ki, o günkü çalışmalarının karşılığı olarak ulaşmak istedikleri ekonomik güvenceye neredeyse hiçbir zaman ulaşamadılar. Her yerde ortaya çıkan yöneticiler ve seçkinler, köylülerin emeğiyle ürettiği fazla gıdayla beslenip, çiftçileri de zar zor hayatta kalabildikleri bir yaşama mahkum ettiler.
El konan bu yiyecekler siyaseti, savaşları, sanatı ve felsefeyi canlandırdı. İnsanlar saraylar, kaleler, anıtlar ve tapınaklar inşa ettiler. Geç modern çağa kadar insanların yüzde 90'ından fazlası, her sabah erken kalkıp ter içinde kalana dek çalışan köylüler olarak yaşıyorlardı. Ürettikleri fazladan gıda, tarih kitaplarını dolduran küçük bir seçkin azınlığı doyuruyordu: krallar, bürokratlar, askerler, rahipler, sanatçılar ve filozoflar. Tarih çok az insanın “yaptığı”, geri kalanların da tarla sürdüğü veya su kovalan taşıdığı bir şeydir.”
Şimdi başlayacağımız kısım (Hayali Bir Düzen) benim bu kitaptan edindiğim müthiş bir bakış oldu. Dünyayı algılayış biçimimi değiştirdi. Bu yüzden bu bölümden çok alıntı yapmak zorundayım. Elimden geldiği kadar kısaltmaya çalışacağım.
Hayali Bir Düzen
Sayfa 112: “Üretilen gıda fazlasının yeni ulaşım teknolojileriyle birleşmesi, giderek daha fazla insanın köylere, sonra kasabalara ve nihayet şehirlere doluşmasına imkan sağladı. Bunların hepsi yeni krallıklar ve ticari ağlarla birbirine bağlıydı.”
Aşırı hızlı nüfus artışı ve fazla sayıda insanın bir arada yaşaması yeni bir soruna yol açıyor. Bu kadar insan nasıl bir arada yaşayacak.
Sayfa 112: “Bu tür belaların kaynağı, insanların milyonlarca yıl boyunca birkaç düzine bireyden oluşan küçük gruplar hâlinde evrimleşmiş olmasıdır. Tarım Devrimi’ni izleyen ve şehirlerin, krallıkların ve imparatorlukların ortaya çıkışına tanıklık eden birkaç bin yıllık kısa süre, kitlesel işbirliğini sağlayan bir içgüdünün evrimleşmesi için yeterli değildi.
Avcı toplayıcı dönemlerde, yüzlerce yabancı bu tür biyolojik içgüdülerin eksikliğine rağmen inandıkları ortak mitler sayesinde işbirliği yapabiliyordu, ama bu gevşek ve sınırlı bir işbirliğiydi.”
Sayfa 113-114: “Tarım Devrimi yeni kalabalık şehirler ve başarılı imparatorluklar yaratma fırsatını ortaya çıkarınca insanlar büyük tanrılar, anavatanlar ve anonim ortaklıklar hakkında hikayeler icat ederek ihtiyaç duyulan toplumsal bağları sağladılar. İnsan evrimi her zamanki gibi salyangoz hızıyla ilerlerken, insanın hayal gücü dünyada henüz eşi görülmemiş devasa bir kitlesel iş birliği ağı yarattı.
Yaklaşık MÖ 8500’lerde dünyadaki en büyük yerleşimler Jericho gibi köylerdi ve sadece birkaç yüz kişiye ev sahipliği yapıyordu. MÖ 7000’de, o sıralar muhtemelen dünyadaki en büyük yerleşim olan Anadolu’daki Çatal Höyük’te, beş ila on bin arasında insan yaşıyordu. MÖ 5000’le 4000 arası dönemde, her biri etraftaki köyler üzerinde de hâkimiyet kurmuş Bereketli Hilal bölgesinde 10 bin kişilik şehirler birer birer ortaya çıkmaya başladı. MÖ 3100’de, tüm aşağı Nil Vadisi birinci Mısır Krallığı altında toplandı. Firavunlar binlerce kilometrekarelik toprakları ve yüz binlerce insanı yönettiler. MÖ 2250’de Büyük Sargon, ilk büyük imparatorluk olan Akkad İmparatorluğu’nu kurdu. 5400 askerlik bir ordusu olan imparatorluğun bir milyondan fazla nüfusu vardı. MÖ 1000’le 500 arasında, Ortadoğu’da ilk mega imparatorluklar ortaya çıktı: Geç Asur, Babil ve Pers imparatorlukları. Bu imparatorluklar on binlerce askerden oluşan ordulara ve milyonlarca kişilik nüfuslara hükmettiler.
MÖ 221’de Qin hanedanı Çin’i birleştirdi ve bundan kısa süre sonra da Roma, Akdeniz havzasını bir araya getirdi. 40 milyon Çinliden toplanan vergiler, yüz binlerce kişilik bir orduyu ve yüz binden fazla çalışanı olan karmaşık bir bürokrasiyi beslemekte kullanıldı. Roma İmparatorluğu gücünün doruğunda yaklaşık 100 milyon kişiden vergi toplamaktaydı. Bu gelir, 250 ila 500 bin askerlik bir düzenli orduya, 1500 yıl sonra bile kullanılabilen yollara ve günümüzde hâlâ gösterilerin yapıldığı tiyatro ve amfitiyatrolara harcanırdı.
Tüm bunlar elbette çok etkileyici, ama yine de Firavunlar dönemindeki Mısır’da veya Roma İmparatorluğu’nda mevcut “büyük işbirliği ağları” hakkında gerçekçi olmayan, pespembe bir tablo da çizilmemeli. “İş birliği” kelimesi kulağa çok özverili geliyor ama bu işbirliği çoğunlukla gönüllü değildi ve çok nadiren eşitlikçiydi. İnsanlar arasındaki işbirliği ağları genellikle baskı ve sömürüye dayalıydı. “
Bu sayıları önemsiyorum. Daha önce dünyanın sadece %2’sinde yaşadığımız bilgisini aktarırken de söylemiştim. Böyle istatistiki bilgiler gerçeği görmemizi sağlıyor. MÖ 8500’de yüzlerce kişiden 6000 yıl sonra milyonlarca kişiye ulaşan bir kalabalıklaşma. Bu kalabalığı da işbirliği ile organize ediyorlar. Zorlayarak, kaba kuvvet uygulayarak devam ettirilen bir iş birliği.
Avcı toplayıcı iken her klan kendi kendini patronu iken şimdi kralların, askerlerin, rahiplerin hizmetçileri haline dönüşüyoruz. Harari’nin da sanırım tarım devrimine olan tepkisi bu yüzden. Bu açıdan bakılınca hiç de haksız sayılmaz. Kendi kendimizi köleleştirmişiz. Günümüzde de yaşadığımız şey aynı. 5-10 bin lira maaş alabilmek için patronlara veya devlete “gönüllü” memurluk, işçilik (kölelik) yapıyoruz. “Tarım Devrimi kendi evlatlarını yiyor.”
Sayfa 114: “Mezopotamya’nın antik şehirlerinden, Qin ve Roma İmparatorluklarına kadar tüm bu işbirliği* ağları, “hayali düzenler”di. Bu sistemlerin sürekliliğini sağlayan toplumsal normlar, içgüdülere veya kişisel tanışıklıklara değil, ortak mitlere olan inanca dayalıydı.”
* ilk kez çeviri hatası görüyorum kitapta iletişim diyor ama orjinali (cooperation yani işbirliği)
Nüfusun artması ve insanların kalabalık şehirlerde ve/veya küçük yerleşim yerlerinde ama bir devlet çatısı altında yaşamaları insanların nasıl yönetileceği sorununu da ortaya çıkardı. İşte şu an insanların sanki ezelden beri var olduğunu sandıkları büyük dinlerin kökeni bu ihtiyaca dayanıyor. Bu kadar insanı bir hedefe odaklama ihtiyacı dini doğuruyor.
Harari “ortak mitlere inanç” konusunu açıklayabilmek için iki örnek kullanıyor. MÖ 1776’daki Hammurabi Kanunları ile MS 1776’da kabul edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi.
Hammurabi Babil’in kralı idi ve Babil 1 milyonluk nüfusu ile döneminin en büyük şehriydi. Hammurabi, Irak, iran, Suriye'ye yayılan çok geniş toprakları idare ediyordu, Ülkesini adil bir şekilde yönetmek için 300 hüküm yayınlamıştı. Bize bugün garip gelen bu hükümlerden birkaç alıntı yapmış Harari.
Sayfa 115-116: “
196. Eğer bir üstün insan başka bir üstün insanın gözünü kör ederse, onun da gözü kör edilmelidir.
197. Eğer başka bir üstün insanın kemiğini kırarsa, onun da kemiği kırılmalıdır.
198. Eğer sıradan bir insanın gözünü kör eder veya kemiğini kırarsa 60 şekel ağırlığında gümüş ödemelidir.
199. Eğer bir üstün insan kölesinin gözünü kör eder veya kemiğini kırarsa kölenin ağırlığının gümüş cinsinden değerinin yarısını ödemelidir.
209. Eğer bir üstün insan üstün bir kadına vurur ve onun düşük yapmasına sebep olursa cenin için 10 şekel ağırlığında gümüş ödemelidir.
210. Eğer kadın ölürse, adamın kızı öldürülmelidir.
211. Eğer bu üstün insan sıradan bir kadına vurup onun düşük yapmasına sebep olursa 5 şekel ağırlığında gümüş ödemelidir.
212. Eğer bu kadın ölürse 30 şekel ağırlığında gümüş ödemelidir.
213. Eğer üstün insan üstün bir insanın köle kadınına vurur ve düşük yapmasına sebep olursa 2 şekel ağırlığında gümüş ödemelidir.
214. Eğer köle kadın ölürse 20 şekel ağırlığında gümüş ödemelidir.
Bu hükümleri listeledikten sonra, bunların Hammurabi’nin adil kararları olduğunu, adil kralın bu kuralları yerleştirerek toprakları hakikat ve yaşamın gerekleri doğrultusunda yönettiğini ilan eder:
Ben soylu kral Hammurabi. Tanrı Enlil tarafından benim korumama bırakılmış, tanrı Marduk tarafından rehberliğiyle görevlendirildiğim insanlığa karşı umarsız veya ihmalkar olmadım.”
Bunları okuduktan sonra siz ne hissediyorsunuz? Hay senin adaletine…. demiyor musunuz? Adilmiş, hakikatmiş, yaşamın gerekleriymiş. Daha dün saçını gösterdi diye İran'da bir kadın işkence ile öldürüldü. Hammurabi ile dalga geçenler bu kadının ölümüne ne diyecekler? Tanrı tarafından korumasına bırakılmış, tanrı öyle diyorsa yapacak bir şey yok “öyle mi Alay Komutanı”? Harari’nin yazdığı bu kitabı işte bu yüzden herkesin okumasını istiyorum. Bazı yasaların Yukarıdan geldiğini iddia ederek birilerinin insanları aptal yerine koymalarını durdurmak zorundayız. Bu tam bir moronluk.
Sayfa 116: “Hammurabi Kanunları, Babil toplumunun düzeninin tanrılar tarafından belirlenmiş evrensel ve ebedi adalet ilkeleri temelinde olacağını öne sürer. Hiyerarşi ilkesi muazzam önemdedir. Kanunlara göre insanlar iki cinsiyete ve üç sınıfa ayrılırlar: üst insanlar, sıradan insanlar ve köleler.”
Bu hiyerarşiyi kabul ederek yaşarsan hayatta kalabiliyordun. Aynen bugün bazı yerlerde başını örterek hayatta kalabildiğin gibi. Bu tam bir kurmaca. O zaman o kurmacayı kullanmışlar ve bu sayede milyonlarca insan bir arada yaşamış.
Aynı düzen hala geçerli. Hala bazı kurmacalar üzerinde ilerliyor dünya. 1776’daki Bildirgeyi örnek veriyor Harari.
Sayfa 117: “... bu gerçeklerin tartışmasız olduğunu, tüm insanların eşit yaratıldığını, insanlara yaratıcı tarafından bahşedilmiş bazı haklar verildiğini ve bunlar arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğunun peşinden gitme hakkı olduğunu ilan eder.”
Az sonra Harari de bu alıntıyı eleştirecek ama siz okuyunca ne hissettiniz? Tüm insanlar gerçekten eşit mi? Bizleri bir yaratıcı mı dünyaya getirdi? Bizlere bazı hakları yaratıcı mı verdi? İnsanlar özgürlüğün, mutluluğun, peşinden mi gitmeli?
Bir şeye daha dikkat çekmek gerek. Hammurabi de, Bildirge de bir şey iddia ediyorlar, tartışmasız gerçeklerden bahsediyor ikiside, fark ettiniz mi? Bugün de şeriat isteyenler onun tartışmasız gerçek olduğunu düşünüyorlar. Ne büyük “tesadüf”, acaba neden?
Sayfa 117: “İnsanların “üstün” ve “sıradan” olarak ayrılmasının bir hayal ürünü olduğunu bugün kabul etmek bizim için çok kolaydır. Öte yandan insanların eşit olması da bir mittir. İnsanlar ne anlamda birbirlerine eşittirler? Hayal gücümüz dışında gerçekten birbirimize eşit olduğumuz nesnel bir gerçeklik var mıdır? İnsanlar biyolojik olarak eşit midirler?”
Az sonra Harari’nin dediklerini alıntılıyacağım ama bu eşitlik konusuna ben da biraz kafa yorduğum için bir şey eklemek istiyorum. İnsanlar farklı zeka ve yeteneklerle ve ayrıca farklı ailelerde ve coğrafyalarda dünyaya geldiği sürece eşitlikten bahsedemeyiz. Bize bu dünyanın adaletsiz bir yer olarak gelmesinin sebebi de bu sanırım.
Sayfa 118: “Biyoloji bilimine göre insanlar “yaratılmamış”, evrimleşmiştir. Ve evrim kesinlikle eşitlikçi değildir. Eşitlik fikri yaradılış inancıyla iç içe geçmiştir. Amerikalılar eşitlik fikrini Hıristiyanlıktan almışlardır, buna göre de her insanın ilahi şekilde yaratılmış bir ruhu vardır ve tüm ruhlar Tanrı önünde eşittir. Ancak eğer Hıristiyanların tanrı, yaradılış ve ruhlar hakkındaki mitlerine inanmıyorsak, tüm insanların “eşit” olması ne anlama gelmektedir? Evrim eşitlik değil farklılık üzerine kuruludur. Her insan diğerlerinden az da olsa farklı bir genetik kod taşır ve doğumundan itibaren farklı çevresel etkilere maruz kalır. Bu durum, insanların hayatta kalmaya farklı şekilde etki eden farklı özellikler geliştirmelerini sağlar. “Eşit yaratılmıştır” ifadesi bu yüzden aslında “farklı yönde evrilmiştir” olarak tercüme edilmelidir.
Benzer şekilde, biyolojide hak diye bir şey de yoktur. Sadece organlar, beceriler ve özellikler vardır. Kuşlar uçmaya hakkı olduğu için değil kanatları olduğu için uçar.
Biyolojide özgürlük yoktur. Tıpkı eşitlik, haklar ve sınırlı sorumlu şirketler gibi özgürlük de insanların icat ettiği ve ancak hayal güçlerinde yaşattığı bir kavramdır.”
İşte aslında bize dayatılanlardan kendimizi soyutlayabilirsek ne Hammurabi’nin ne de Bildirge’nin söyledikleri gerçek olmadığını görürüz. İşte asıl “acı” gerçekler bunlar. Bu bilgiler ile dünyaya bakabilirsek çok daha gerçekçi hayatlar yaşayabiliriz. Safsata ile yaşamaktansa acı gerçeklerle yüzleşmek daha anlamlı.
Özgürlükle ilgili konuyu ben o şekilde ifade etmezdim. Özgürlük biyolojinin konusu değildir derdim. Yani içinde olduğumuz düzen karşılıklı bağımlılıklar düzeni. Bir şekilde her canlı (yada cansız) birbirine bağımlı. Özgür olduğunuzu düşündüğünüz en mükemmel şartları hayal edin. Aklınıza gelebilecek sizi özgün olmaktan mahrum bırakacak hiçbir açık kapı bırakmayın. Şimdi bu kurduğunuz hayali mükemmellikten sadece suyu çıkarıyorum. Birkaç saniye içinde yok olursunuz. Yani özgürlük konusu ile ilgili, bir dolaşıklık içinde yaşadığımız gerçeğini unutmamız gerekiyor.
Sayfa 119: “Sonuç olarak Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilgili kısmı biyolojik terimlere çevrilince ortaya şu çıkıyor:
...bu gerçeklerin tartışmasız olduğunu, tüm insanların farklı evrimleştiğini, insanların mutasyona uğrayabilen bazı özelliklerle doğduğunu ve bunlar arasında yaşama isteği ve zevk aramak olduğunu iddia eder.
Eşitlik ve insan hakları savunucuları bu mantık yürütme karşısında çok tepkili olabilirler. Buna cevapları muhtemelen, “İnsanların biyolojik olarak eşit olmadığını biliyoruz! Fakat eğer özünde hepimizin eşit olduğuna inanırsak istikrarlı ve müreffeh bir toplum yaratabiliriz,” olacaktır. Benim buna bir itirazım yok. Benim de “hayali düzen”le kastettiğim tam olarak bu. Belirli bir düzene nesnel bir doğru olduğu için değil, buna inanmak etkili bir işbirliği yapmamızı ve daha iyi bir toplum kurmamızı sağlayacağı için inanıyoruz. Hayali düzenler kötü niyetli komplolar veya amaçsız seraplar değildir, aksine çok sayıda insanın etkin işbirliği yapabilmesinin tek yoludur. Bu arada unutmamak gerekir ki, Hammurabi de hiyerarşi ilkesini aynı mantıkla savunabilirdi: “Biliyorum ki, üstün insanlar, sıradan insanlar ve köleler özünde farklı insanlar değillerdir. Ama eğer onların farklı olduğuna inanırsak istikrarlı ve müreffeh bir toplum kurabiliriz.”
Tüm derdimiz bu aslında. Hayatta kalabilmek için birbirimize muhtacız. Bunun içinde bazı dayanaklara ihtiyacımız var. Fakat tüm mesele bu dayanağın akıl dışı olmaması. Şimdiye kadar bu dayanağı hep üstün varlıkların varlığında aramışız. Gel gör ki bu kurmacalara artık gerek yok. Artık yaşadığımız dünyayı daha gerçekçi bir gözle görebiliyoruz. Artık atalarımızdan kalan efsanelere ihtiyacımız yok. Ölümden korkarak yaşama bize çok şeylere mal oluyor. Biliyorum üzücü ama gerçek bu. Bununla yüzleşmek zorundayız. Büyümek zorundayız. Çocuklarımız gece rahat uyusun diye uydurduğumuz peri masallarına nasıl bizler de inanabiliriz. Biraz sağduyu.
İstikrarlı ve müreffeh bir toplumu birbirimizi ezmeden, birbirimizi sömürmeden, birbirimize kıymadan da elde edebiliriz. Tamam aramızda zeka problemi olanlar çok ama bir noktayı geçmiş insanlar bari doğruyu görmek için çaba harcasın. Sömürülen insana seni sömürüyorlar demek işe yaramıyor sömürenin insafa gelmesi gerekiyor. Özellikle bizim gibi “çocuk” toplumlarda. Çocuklar otorite karşısında sinerler. Otorite tarz değiştirmediği sürece bu rezillik devam edecek.
Gerçek İnananlar
Sayfa 119: “Muhtemelen bundan önceki paragrafları okurken bazı okurlar sandalyelerinde huzursuzca kıpırdandılar. Bugün çoğumuz böyle tepki verecek şekilde eğitiliyoruz. Hammurabi Kanunlarının bir mit olduğunu kabul etmek kolaydır, ama insan haklarının da aynı şekilde bir mit olduğunu duymayı istemeyiz. Eğer insanlar insan haklarının sadece hayallerinde yaşadığını fark ederse toplumumuzun çökme ihtimali ortaya çıkmaz mı? Voltaire Tanrı hakkında, “Tanrı yoktur ama bunu sakın hizmetkarıma söylemeyin, yoksa geceleyin beni öldürür,” demiştir. Hammurabi aynısını hiyerarşi ilkesi hakkında, Thomas Jefferson da insan hakları için söylerdi. Homo sapiens’in doğal hakları yoktur, tıpkı örümcekler, sırtlanlar ve şempanzelerin doğal hakları olmadığı gibi; ama bunu hizmetkarlarımıza söylememeliyiz, yoksa geceleyin bizi öldürürler.”
Sadece bu bilgi için değil sırası gelmişken söyleyelim sahip olduğumuz ve doğru sandığımız bilgilerin ne kadarı aslında uydurma? Soğukkanlı bir şekilde düşünürsek bize dayatılan bilgilerle ne kadar zehirlendiğimizi görebiliriz. Şunu akılda tutarak her şeyi değerlendirmeliyiz. Bir arada yaşamayı başarmak için birçok sistemler icat ettik. Kendi icatlarımıza tapmak yerine ihtiyaçlarımızı ne kadar sağlıklı bir şekilde giderdiklerine bakmalıyız.
Sayfa 120: “Bu tip korkular çok anlaşılabilirdir. Doğal düzen, istikrarlı düzendir. İnsanlar yarından itibaren varlığına inanmayı bıraksalar bile, yerçekiminin ortadan kalkma ihtimali yoktur. Buna karşın, hayali bir düzen her zaman çökme ihtimaliyle karşı karşıyadır, çünkü varlığı mitlere bağlıdır ve mitler insanlar onlara inanmayı bıraktığı anda çökerler. Hayali bir düzeni korumak, sürekli ve büyük bir çaba gerekir. Bu çabaların bazıları şiddet ve zorlama biçimindedir. Ordular, polis kuvvetleri, mahkemeler ve hapishaneler kesintisiz olarak insanların hayali düzene uygun olarak davranmasını sağlamak için çalışırlar.
Öte yandan, hayali bir düzen sadece şiddetle sürdürülemez. Sisteme gerçekten inananların da olması gerekir. ……. Bazen yüzlerce askerin yapamadığını, tek bir rahip üstelik çok daha ucuz ve etkili bir şekilde yapabilir. …… Tüm topluca yapılan insan faaliyetleri içinde örgütlemesi en zor olanı şiddettir. …… Bir orduyu yalnızca zor kullanarak örgütlemek imkansızdır; en azından bazı komutanların ve askerlerin tanrı, onur, vatan, erkeklik veya para gibi bir şeylere inanmaları gerekir.”
Bu noktada çok dertliyim. İnsanlara gerçeği göstermek o kadar güç ki. Bu kitap ve buna benzer gerçekleri anlatan binlerce kitap var ortada. Aklı başında olan bir insan bunları okuyup da yalanlara inanmaya devam edemez değil mi? Ama gerçek hayat öyle değil. Bir tür var böyle şeyleri okumuyor. Bazısı var okusa da anlamıyor. Bir kısım okuyor ama ne kadar mantıklı şeyler söylersen söyle beyni öyle yıkanmış ki ayıkmak istemiyor. Son olarak, okuyor, anlıyor, kabul ediyor ama çok ilginç bir şekilde safsata olduğunu bile bile yalanla yaşamaya devam ediyor.
Çevremizdeki insanların en büyük kısmı kendisine dayatılan saçmalıkları sorgulamadan kabul edip hayatına devam edenler. Bu tipler ailelerinden, okuldan duydukları şeyleri olduğu gibi kabul ediyorlar. Akıllarına kendilerine söylenen şeylerin yanlış olma ihtimali bile gelmiyor. Bu kişiler sineklere benziyor. Binlerce sinek eğer kötü kokmasına rağmen bozuk yiyeceğe konuyorsa bir bildikleri vardır diyerek bozuk dahi olsa diğer sineklerin yaptıklarını yapıyorlar. Tüm bunları yazarken şunu aklımdan çıkarmamam gerektiğini de biliyorum. İnsanların yarısının zekasının ortalamanın altında olduğu gerçeği.
Deniliyor ki 100 IQ’nun altında olanların üniversite seviyesine ulaşmaları zor. Eğer ülkemizde ortalama zekayı nüfusu en çok olan marmara, ege, iç anadoluya bakarak düşünecek olursak ortalama olarak Türkiye'nin IQ'su 96-97 civarında. (İnternetten bu bilgiye hemen ulaşabilirisiniz) Ortalama 96 IQ üzerinde düşünürsek Türkiyede %55-60 civarında insan lisans seviyesinde eğitim almaya uygun değil. Liseden mezun olanların ne bilerek, hangi kalitede mezun oldukları da ortada. Yani Türkiye’nin çok büyük bir kısmı çok düşük eğitime sahip. Asıl acı olanı da lisans seviyesinde eğitim alabileceklerin oranı ortalamanın altında.
Çok uzatmak istemiyorum. Sen ne kadar gerçekleri anlatırsan anlat eğer karşındaki bunu anlayabilecek kapasitede değilse boşa konuşmuş oluyorsun. Bunun dışında anlayabilecek zekaya sahip olanların beyinleri yıkandığı için kanıtlara inanmamak gibi bir eğilimleri var. Hayali Düzenlere neden ihtiyacımız olduğuna ikna olsa bile bu düzenin kendi aklını kullanmasına izin vermeyenini tercih edenler çok fazla.
Hapishane Duvarları
Sayfa 121: “İnsanların Hıristiyanlık, demokrasi veya kapitalizm gibi hayali düzenlere inanmasını nasıl sağlarsınız? Öncelikle hayali olduğunu asla itiraf etmemelisiniz. Daima toplumun sürekliliğini sağlayan düzenin, tanrılar veya doğa yasaları tarafından yaratılmış nesnel bir gerçeklik olduğunu iddia etmelisiniz. İnsanların eşit olmamasının sebebi Hammurabi öyle söylediği için değil, Enlil ve Marduk öyle buyurduğu içindir. Ya da insanların eşit olmasının sebebi Thomas Jefferson öyle söylediğinden değil, Tanrı onları öyle yarattığı içindir. Serbest piyasanın en iyi ekonomik sistem olmasının sebebi de Adam Smith’in öyle buyurması değil, bunun doğanın değiştirilemez yasası olmasıdır.
Ayrıca insanları baştan aşağı eğitmeniz gerekir. Doğdukları andan itibaren insanlara devamlı hayali düzenin ilkeleri hatırlatılmalıdır ve bu ilkeler her şeyi içermelidir.”
Sayfa 122-123: “Beşeri bilimler enerjisinin çoğunu, hayali düzenin gündelik yaşamın dokusuna nasıl işlediğini açıklamaya harcıyor. Elimizdeki sınırlı zamanda, ancak yüzeyi biraz kazıyabiliriz. İnsanların yaşamlarını örgütleyen temel düzenin, aslında sadece hayallerinde var olduğunu fark etmelerini engelleyen üç temel etken vardır:
a- Hayali düzen fiziksel dünyaya gömülü durumdadır.
Her ne kadar hayali düzen sadece hayalimizdeyse de, etrafımızdaki fiziksel gerçekliğe karışabilir, hatta ayrılmaz parçası hâline gelebilir. Günümüzde çoğu Batılı bireyselliğe inanır. Her insanın bir birey olduğuna ve bireyin değerinin, diğerlerinin ne düşündüğüyle ilgili olmadığına inanırlar.
….
Ortaçağ soyluları ise bireyselliğe inanmazlardı. Birinin değeri toplumsal hiyerarşideki yeriyle ve başkalarının hakkında söyledikleriyle belirlenirdi. …… Bu koşullarda büyüyen biri doğal olarak insanın asıl değerinin toplumsal hiyerarşideki yerinden ve öteki insanların kendisi hakkında ne söylediğinden kaynaklandığını düşünür.”
Aslında tüm bunlar bir arada yaşıyor olmamızı sağlayan şeyler. Bir dönem kölelik normalken şimdi değil. O zaman aslında gerçek diye bir şey yok. Bizim yarattığımız ve işimize yaradığını düşündüğümüz düzenler var. Günümüzde hiyerarşi yok mu? Toplumumuzda herkes eşit mi? Yada insanlar nasıl oluyor da lafta kalmış bu eşitliği yaşamadığı halde sorun etmiyor? Bir şekilde değiştiremeyeceği şeyi kabul etmek zorunda kalıyor. Sahip olduğu sermayeleri gören çocuk yetişkin hayata geçerken hazır bir şekilde geçmiş oluyor. İşçi babanın çocuğunun da işçi olması gibi. Belki de bizde üniversiteye gitmek bu makus talihi yenmek için bir fırsat olduğu için çok değerli. Bu yüzden anne babalar çocuklarının üniversiteye gitmesini çok istiyor.
Sayfa 123-124: “
b- Hayali düzen isteklerimizi şekillendirir.
Çoğu insan yaşamını yöneten düzenin hayali olduğunu kabul etmek istemez, ama aslında her insan hâlihazırda mevcut bir hayali düzenin içine doğar ve istekleri doğumdan itibaren bu baskın mitlere göre şekillenir. Dolayısıyla kişisel isteklerimiz, hayali düzenin en güçlü savunma mekanizmaları hâline gelir.
Örneğin günümüz Batılılarının en el üstünde tuttukları istekleri, yüzyıllardır tedavülde olan romantik, milliyetçi, kapitalist ve hümanist mitler tarafından şekillendirilmiştir.
İnsanların en kişisel istekleri sandıkları bile genelde hayali düzen tarafından programlanmıştır.
Romantiklik, bize kendi potansiyelimizi en üst seviyede gerçekleştirebilmek için olabildiğince fazla deneyimimiz olması gerektiğini söyler.
Tüketicilik akımı da, bize mutlu olmamız için mümkün olduğunca çok mal ve hizmet tüketmemiz gerektiğini söyler."
Buradan şu sonucu çıkarabiliriz. Aslında bir toplumun üyesi olduğumuzda o sırada geçerli olan akıma da kendimizi kaptırmış oluyoruz. Bir çeşit nehirde sürüklenen dal parçası gibiyiz. Bugün bazı şeyler favori yarın başka şeyler olacak. İsteyerek yaptığımızı düşündüğümüz şeylerin kaçı kendi isteğimiz kaçı toplumun bize dayatması? Bir şeyi yaparken gerçekten istediğim için mi yapıyorum?
Sayfa 125-126: “
c- Hayali düzen kişiler arasındadır.
İnsanüstü bir çabayla kişisel isteklerimi hayali düzenin ellerinden kurtarsam bile, ben sadece bir kişiyim. Hayali düzeni değiştirmek için milyonlarca yabancıyı benimle işbirliği yapmaya ikna etmem gerekir. Zira hayali düzen, kendi hayal gücümde yaşattığım öznel bir düzen değil, insanlar arasında yaşayan, binlerce veya milyonlarcasının paylaştığı hayal gücünde yaşayan bir düzendir.
Bunu anlamak için “nesnel, ” “öznel” ve “özneler arası” arasındaki farkı anlamamız gerekir.
Nesnel olay, insan bilincinden veya inançlarından bağımsız olarak var olandır.
Öznel ise bireyin bilincine veya inançlarına bağlı olarak var olandır. Birey inançlarını değiştirdiğinde, değişir veya ortadan kalkar.
Özneler arası ise pek çok bireyin öznel bilinçlerini birleştiren iletişim ağında var olandır. Eğer tek bir birey inançlarını değiştirir veya ölürse bunun pek bir önemi yoktur. Oysa aynı ağdaki çoğu kişi ölür veya inançlarını değiştirirse, özneler arası olgu da değişecek veya yok olacaktır. Özneler arası olgu kötü amaçlı bir aldatmaca da değildir, önemsiz bir zırva da. Bu olaylar radyoaktivite gibi fiziksel olaylardan farklı bir biçimde var olurlar, ama dünyaya etkileri yine de muazzam olabilir. Tarihteki en önemli olguların çoğu özneler arasıdır: hukuk, para, tanrılar, milletler.”
Bir toplumun üyesi olarak etkileşim içinde olma halini “özneler arası” kavramı ile ifade ediyor. Bir adada tek başına yaşayan kişinin hukuka, paraya, tanrıya ve millete ihtiyacı yoktur. Yani bunlar tek başına olan birisi için anlamsızdır. Eğer topluluk halinde yaşayan bir tür olmasak da bu tür şeyler hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktı.
Sayfa 126: “Bu hayali düzenler özneler arasıdır, bu yüzden de onları değiştirmek için aynı anda milyarlarca insanın bilincini değiştirmemiz gerekir ki, bu çok kolay değildir. Bu ölçekte bir değişim sadece bir siyasi parti, ideolojik hareket veya dini bir tarikat gibi karmaşık bir örgütlenmenin yardımıyla başarılabilir. Öte yandan bu tür karmaşık örgütleri kurmak için pek çok yabancıyı birbiriyle işbirliği yapmaya ikna etmek gerekir. Bu da ancak bu yabancılar ortak paylaşılan bir mite inanırsa gerçekleşebilir. Dolayısıyla mevcut bir hayali düzeni değiştirmek için alternatif bir hayali düzene inanmamız gerekir.”
Daha iyisi keşfedilene kadar en iyisi biziz derler ya öyle yani. Tarihi de bir evrimsel süreç olarak görürsek en uygun olan düzen hayatta kalıyor. Düzenler insanları, insanlar düzenleri şekillendiriyor. Bakalım ileride nasıl bir düzene evrileceğiz?
Bu bölüm de böylece bitti. Sonraki bölüm “Fazla Dolu Hafıza”. Tarım Devrimini geçtik, büyük organizasyonlar kurduk bakalım şimdi neredeyiz?
Comments