Onbirinci Yazı
Bölüm 4
Önce Kadınlar ve Çocuklar
Eşitsizlikten Sömürüye
Bu bölüm üç alt başlıktan oluşuyor. İlki Eşitsizlikten Sömürüye; ikincisi Erkek Tahakkümü; ve sonuncusu Siyasi Sömürü adını taşıyor.
Edgerton genel olarak bu bölümde, sosyal eşitsizliklerin tarihsel ve kültürel bağlamda nasıl oluştuğunu ve toplumlar içinde nasıl sürdüğünü anlatıyor. İnsanların tarih boyunca genellikle eşit olmadığını ve belirli grupların (erkekler, yetişkinler, yöneticiler, vb.) kendi çıkarlarını koruma eğiliminde olduklarının üstünde duruyor. Başlıkta geçen “Exploitation” kelimesinin anlamı içeriği de yansıttığı için ve bir kaç farklı anlamı olduğu için kısaca üstünde durmak istiyorum sora metne dönerim.
Exploitation kelimesinin, İstismar; kötüye kullanma; sömürme; faydalanma; suiistimal; kendi çıkarına kullanma, anlamları var. Aslında bu başlık neden eşitsiz bir doğamız olduğuna dair bir fikir veriyor. İnsan durup dururken eşitsiz olmadı. Çünkü hayatta kalmak için her şey mübahtır mantığı ile yaşadığımız için bir kişinin mümkün olduğunda bir diğerini kullanması da hiç de anlaşılmaz değil.
Şimdi metne geçmeden önce yine alt başlıktan seçtiğim bazı kavram ve terimleri listeleyeyim.
Önce Kadınlar ve Çocuklar - Eşitsizlikten Sömürüye başlığında geçen önemli İfadeler:Eşitsizlik (Inequality): Eşitsizlik, bir toplumda bireyler veya gruplar arasındaki kaynak, güç ve fırsat dağılımındaki dengesizliktir. Bu, ekonomik, politik, cinsiyet temelli veya sosyal statü farkları olarak ortaya çıkabilir. Küçük ölçekli toplumlarda bile yaş, cinsiyet veya yetenek gibi temel farklılıklar eşitsizlik yaratabilir. Modern devletlerde, bu durum yöneten elit ile geniş halk kesimleri arasında daha belirgin hale gelir. Eşitsizlik, genellikle bazı birey veya grupların çıkarlarını diğerlerinin aleyhine güçlendirdiği bir sömürüye dönüşebilir ve bu durum toplumsal çatışmalara neden olabilir. Kültürel Uygulamalar (Cultural Practices): bir toplumun veya grubun üyeleri arasında paylaşılan, zaman içinde şekillenmiş ve aktarılan davranış, inanç, ritüel, norm ve gelenekleri ifade eder. Bunlar yemek pişirme, giyim, dil, dini törenler, toplumsal kurallar, kutlamalar gibi geniş bir yelpazeyi kapsar. Kültürel Uygulamalar, bir grubun kimliğini, değerlerini ve yaşam biçimini yansıtırken, aynı zamanda bireyler arasında aidiyet duygusu yaratır. Bu uygulamalar genellikle coğrafi, tarihi ve ekonomik bağlamlara dayanır, ancak zamanla değişebilir ve başka kültürlerle etkileşim yoluyla dönüşebilir. İnsanların günlük yaşamlarında kültürel mirasın sürdürülebilirliğini ve farklılıkların uyumunu destekler. Uyum Sağlama (Adaptiveness): Bir inanç ya da uygulamanın uyum sağlayıcı olması, onun bireyin ya da grubun hayatta kalmasını veya refahını artırması anlamına gelir. Ancak, toplumsal uygulamalar genellikle herkese eşit derecede fayda sağlamaz. Örneğin, küçük ölçekli topluluklarda, infanticide (bebek öldürme) kaynak kıtlığında hayatta kalma stratejisi olarak görülebilir. Ancak bu, kadınların, çocukların veya güçsüz bireylerin sömürülmesine yol açabilir. Uyum sağlayıcı uygulamalar, her zaman etik veya insan haklarına uygun olmayabilir ve farklı perspektiflerden tartışılabilir. Sömürü (Exploitation): Sömürü, bir birey ya da grubun, diğerlerinin emeğini, kaynaklarını veya haklarını kendi çıkarına kullanmasıdır. Örneğin, liderlerin av sonrası balık veya yiyecek payını artırdığı küçük ölçekli toplumlarda bile sömürüye rastlanır. Modern devletlerde ise, güçlü elit gruplar genellikle büyük kitlelerin refahını görmezden gelerek kaynakları kontrol eder. Sömürü, bireysel düzeyde olduğu kadar toplumsal ve ekonomik düzeyde de yaygındır ve genellikle eşitsizlikle ilişkilendirilir. Toplumsal Farklılaşma (Social Differentiation): Toplumsal farklılaşma, bir toplumdaki bireylerin roller, statüler veya işlevler açısından farklılık göstermesidir. Bu durum, iş bölümü veya yeteneklere göre bir hiyerarşi oluşmasına neden olabilir. Talcott Parsons ve Kingsley Davis gibi işlevselciler, farklılaşmanın toplumsal düzen için zorunlu olduğunu savunmuşlardır. Ancak bu farklılaşma, zamanla eşitsizliği ve sömürüyü artırabilir. Dahrendorf ise bu farklılaşmanın kuralların yaptırımlarla uygulanması ve bazı bireylerin bu kuralları ihlal etmesi nedeniyle derinleştiğini belirtir. Egaliteryenizm (Egalitarianism): Egaliteryenizm, bir toplumdaki bireyler arasında eşitlik sağlama veya eşitliği koruma fikridir. Küçük ölçekli toplumlarda, kaynakların paylaşımı veya liderlik rollerinin sınırlı olması, eşitlikçi bir yapı oluşturabilir. Ancak, bu tür toplumlarda bile yaş, cinsiyet veya yetenek gibi kriterler eşitsizlik yaratabilir. Antropologlar, küçük ölçekli toplumların genellikle eşitlikçi olduğuna inanmışlardır, ancak kaynakların bolluğu veya liderlerin bireysel çıkarları eşitlikçi yapıları bozabilir. |
İlk paragraf şöyle:
Sayfa 75:
“Rarely are cultural practices equally adaptive for all members of a society. Because no society yet described is completely lacking in social differentiation, the interests of all members of a society are seldom identical. Even in the smallest societies, family and multifamily groups' competing interests often cause bands or camps to break up into still smaller groups or individual families. 1 Until quite recently, all societies placed the well-being of adults above that of children, especially the very young, and with few exceptions men have put their interests above those of women. Even among the relatively egalitarian Aka, Mbuti, and Efe pygmies of Zaire, men ate a higher-protein diet than women, who subsisted primarily on starchy plant food and consequently were in poorer health than men. And like other such societies, these African pygmies distinguished "leaders" from "nonleaders," and these men enjoyed better health. 2 As societies have grown larger and more complex over the course of human history, ever more kinds of inequality have appeared, and since the emergence of the state, a small ruling elite has often been able to further its own interests against those of the great majority of people. For all these reasons, any inquiry into the adaptiveness of certain beliefs or practices must specify whose needs are being served and whose are not.”
“Kültürel uygulamalar nadiren bir toplumun tüm üyeleri için eşit derecede uyarlanabilirdir. Henüz tanımlanmış hiçbir toplum sosyal farklılaşmadan tamamen yoksun olmadığı için, bir toplumun tüm üyelerinin çıkarları nadiren aynıdır. En küçük toplumlarda bile, aile ve çok aileli grupların rekabet halindeki çıkarları çoğu zaman grupların veya kampların daha küçük gruplara veya bireysel ailelere ayrılmasına neden olur.1 Yakın zamana kadar tüm toplumlar yetişkinlerin refahını çocukların, özellikle de çok küçüklerin refahından üstün tutmuş ve birkaç istisna dışında erkekler kendi çıkarlarını kadınlarınkinden üstün tutmuştur. Zaire'nin nispeten eşitlikçi Aka, Mbuti ve Efe pigmeleri arasında bile erkekler kadınlara göre daha yüksek proteinli bir diyetle besleniyordu, kadınlar ise öncelikle nişastalı bitkisel gıdalarla besleniyordu ve sonuç olarak sağlıkları erkeklere göre daha kötüydü. Ve bu tür diğer toplumlar gibi, bu Afrika pigmeleri de “liderleri” “lider olmayanlardan” ayırmış ve bu erkekler daha sağlıklı olmuştur.2 İnsanlık tarihi boyunca toplumlar daha büyük ve daha karmaşık hale geldikçe, daha fazla eşitsizlik türü ortaya çıkmış ve devletin ortaya çıkışından bu yana, küçük bir yönetici elit genellikle kendi çıkarlarını insanların büyük çoğunluğunun çıkarlarına karşı ilerletebilmiştir. Tüm bu nedenlerden ötürü, belirli inançların veya uygulamaların uyumluluğuna ilişkin her türlü sorgulama, kimin ihtiyaçlarına hizmet edilip kimin edilmediğini belirtmelidir.”
Bu konu bence kesinlikle açıklığa kavuşturulması gereken bir konu. İnsanın evrimsel sürecinde, avcı toplayıcı dönemimizde daha eşitlikçi bir toplum olduğumuza dair bir yargı hakim. Genelde tarım devrimi ile birlikte mülkiyetin devreye girdiği ve mülkiyetin insanın eşitsizliğinin kökeni olduğuna dair bir görüş var. Ben bunun doğru olmadığını düşünüyorum.
Günümüzde var olan her şeyin kökeninin buz devrinde ortaya çıktığını düşünüyorum. Avcı toplayıcı dönemde daha eşitlikçi bir toplum yapısı olduğuna dair söylemlerin dayanağı çok zayıf. 50- 100 kişilik gruplarda dahi yaşıyor olsak da güçlülerin, akıllıların, cesurların, lider ruhluların bir şekilde küçük dahi olsa grup içinde ayrıcalıklı bir konumda olması muhtemel. Hiç bir şey değilse bile yaşı büyük olanlar küçüklerden daha üstün olmalı. Daha çok deneyim, daha çok bilgi insanı daha üstün bir konuma getirir.
Bir de insan çok uzun yıllar annesine bağımlı olarak yaşamak zorunda. Doğamız böyle. Bu bağımlılık da bizleri daha büyüme evresinde bir tabi olma durumuna sokuyor. Yani çocukluk evresinden gençlik ve sonra yetişkinliğe geçerken bir tabi oluşla hayata atılıyoruz. Bu tabi olma durumu ne olacak da ilerleyen yıllarda değişecek. Bir şekilde itaat ederek hayatta kalmayı öğrenmiş kişi ilerde de öğrendiğini uygulamaya devam edecek. Bir süre sonra kendi çocuğu olduğunda nasıl ki kendisi itaat ederek büyüdüyse o da çocuğunu bu şekilde yetiştirecek. Ve bu bizim kültürümüz haline gelecek. Kısacası avcı toplayıcı dönemde eşitlikçi bir toplum yapısı olduğu varsayımı bence geçersiz bir varsayımdır.
Edgerton’dan aktardığım alıntıya gelirsem. Kültürel uygulamalar neden ve nasıl herkes için aynı derecede uyarlanabilir değildir? İlk etapta bu geçersiz bir tespit gibi gelebilir ama Edgerton’ın bir önceki bölümde yazdıklarını aklımızda tutarak ve kendi hayatımızı da göz önüne getirerek bunun doğru bir tespit olduğunu görebiliriz. Her bir birey bir toplumun, bir kültürün içine doğuyor. Fakat her bir birey kendine has özellikleriyle dünyaya atılıyor. Senden önce oluşmuş bir kültürün senin yeteneklerine ve eğilimlerine uygun olmama olasılığı vardır. İçine doğduğun kültür hiçbir zaman mükemmel olmayacak. Mutlaka ve mutlaka birileri hayatta kalmak için birilerini kullanacak. Birileri mutlaka bencillik yapacak. Birileri mutlaka hayatta kalmak için kötülük yapacak. Ve sen bu bencillik, kötülük, adam kullanma içine dünyaya geleceksin. Ve bir şekilde bu bencillikten etkileneceksin. Bu yaşanılana sen kötülük demesen de, bunun adına kültürel uygulama desen de durum değişmeyecek. Edgerton’ın da belirttiği gibi birileri bir hayatı paylaşırken kendi çıkarını diğerinin çıkarından üstün tutacak.
Babalık ve babalığın keşfi konusunu da bu bağlamda değerlendireceğim ama konuyu şimdilik dağıtmayacağım. İleride bu konuya değinmek için konular gelecek. Şimdi devam edelim.
Edgerton devlet konusuna giriyor. Devletlerin oluşumu ve işleyişine dair eleştirel bir bakış görüyoruz. Birkaç bin yıl öncesine kadar devletlerin bulunmadığını, ancak günümüzde hemen herkesin bir devletin otoritesi altında yaşadığını anlatıyor. Bir tespit çok dikkat çekici:
“Bu hızlı devlet oluşum sürecinin doğasında var olan paradoks, bir azınlık tipik olarak iktidarın nimetlerinden büyük ölçüde yararlanırken, bir devletin otoritesine tabi olan çoğu insanın sömürüye ve hatta tiranlığa maruz kalmasıdır.”
Tarih bize eşitsizliği olduğu gibi gösteriyor. Bu eşitsizliğin kaynağını tarım devrimine bağlamak bana çocukça geliyor.
Edgerton sonraki paragrafta bebek öldürme uygulamasından bahsediyor. Bunun topluluğun hayatta kalması için adaptif olmasını bir şekilde anlaşılabilir olduğunu söylüyor. Güçlü devletlerdeki küçük bir azınlığın kendi çıkarlarını ilerletmek için birçok insanı sömürmesi veya yok etmesiyle niteliksel olarak çok farklı olmadığını söylüyor. İnsan adaptasyonunun genellikle bazı gruplar (çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve güçsüzler) pahasına gerçekleştirildiği ifade ediyor. Eşitsizliğin kaynağını burada görmeliyiz diyor.
Bir çok meşhur bilim insanı ve düşünürün insanların geçmişte eşit olduğunu söylediklerini ve görünüş olarak bu doğruymuş gibi dursa da yaş, yetenek ve cinsiyete dayalı farklılıkları görmezden gelirsek bunun doğru olacağını söylüyor.
Edgerton daha sonra eşitliğin olduğuna dair çok mantıklı bir açıklamayı ele almış . Eğer bir toplumda çok bolluk varsa herkesin eşit oranda bu bolluktan faydalanacağına dair bir görüşü görüyoruz.
Bu belki doğru olabilir ama doğru bile olsa insanın bolluk içinde olmadığını da çok net şekilde görebiliriz. 2,5 milyon yıl boyunca insanlar her türlü iklim koşulu ile karşılaştı. Bir çok zaman hayatları iyi iklime bağlıydı. Bir yerde bol yiyecek olması için hava koşullarının yolunda gitmiş olması gerek ama bunun olmayacağını biliyoruz. Belki bir kaç nesil boyunca iyi gitse bile bir süre sonra kıtlık yaşanacağını tahmin edebiliriz. Her şey yolunda gitseydi insanlar zaten tüm dünyaya yayılacak kadar göç etmek zorunda kalmazlardı. Bu kadar çok yayılmamızın sebebi hayatta kalabilmek için yiyecek arayışı olmalı.
Zaten daha oraya gelmeden Edgerton bazı şeflerin yiyecek bol bile olsa bunu kendilerine ayırdıklarına dair örnekler vererek yiyeceğin eşit dağıtılacağı mitini ortadan kaldıran örnekleri görmemizi sağlıyor.
Edgerton daha sonra çağdaş sosyologların eşitsizlik konusunu ele alışlarını bize göstermiş. Parsons ve Davis’in eşitsizliğin kaçınılmaz olduğu fikrini savunduklarını görüyoruz. Toplumdaki rollerin farklılığı ile açıklıyorlar bu durumu. Daha sonra Dahrendorf'dan da bahsediyor. Dahrendorf farklı bir görüş sunarak eşitsizliğin kökeninin sadece toplumsal farklılaşma olmadığını, bunun yerine kuralların yaptırımlarla desteklenmesi olduğunu öne sürüyor. Toplumlarda kuralları çiğneyenlerin prestij kaybettiği ve sosyal eşitlik iddialarını yitirdiği aktarıyor.
Bana bu ikisinden Parsons ve Davis’in yaklaşımı daha makul gözüktü. Sadece rolden ziyade hayatta kalmak için bir mücadele, rekabet kaçınılmaz diye düşünüyorum. Ve bu rekabet ortamı da daha avantajlı özelliklere sahip olanlara üstünlük sağlamış olabilir. Bir de sadece hayatta kalmak değil üremek de bizim diğer temel içgüdümüz. Üremek için avantajlı özelliklere sahip olmak da yine bir üstünlük aracı olabilir.
Sayfa 78:
“However, Dahrendorf did not acknowledge the extent to which individual differences also make inequality inevitable. Individuals vary in attributes, such as intelligence and strength, that are valued in all societies and others, such as a calm temperament, that may be valued in some societies but not in others. Those who suffer serious physical injury or illness may be treated by others as social inferiors, and as we acknowledged earlier, no society could conceivably treat the very young as the equals of adults (sometimes this applies to the elderly as well). And although women are not nearly as incapable of engaging in hunting, warfare, or other physically demanding activities as has traditionally been thought-Agta women in the Philippines were able hunters, and Dahomean women in Benin made excellent soldiers-their relative lack of physical strength and the demands of pregnancy and nursing have also contributed to the universal phenomenon of sexual inequality.8 So, I should note, has the widespread practice in small, traditional societies of mens deciding whom women should marry and then forcing them to remain in marriages as subordinates to their husbands.9”
“Ancak Dahrendorf, bireysel farklılıkların da eşitsizliği kaçınılmaz hale getirdiğini kabul etmemiştir. Bireyler, zeka ve güç gibi tüm toplumlarda değer verilen ve sakin mizaç gibi bazı toplumlarda değer verilen ancak diğerlerinde verilmeyen özellikler bakımından farklılık göstermektedir. Ciddi fiziksel yaralanma ya da hastalığa maruz kalanlar, diğerleri tarafından sosyal olarak aşağı muamele görebilirler ve daha önce de kabul ettiğimiz gibi, hiçbir toplum çok gençlere yetişkinlerle eşit muamele edemez (bazen bu yaşlılar için de geçerlidir). Her ne kadar kadınlar geleneksel olarak düşünüldüğü gibi avlanma, savaşma ya da diğer fiziksel olarak zorlayıcı faaliyetlerde bulunma konusunda yetersiz olmasalar da -Filipinler'deki Agta kadınları yetenekli avcılardı ve Benin'deki Dahomean kadınları mükemmel askerlerdi- fiziksel güçlerinin göreceli eksikliği ve hamilelik ve emzirme talepleri de evrensel cinsel eşitsizlik olgusuna katkıda bulunmuştur.8 Küçük, geleneksel toplumlarda kadınların kiminle evleneceğine erkeklerin karar vermesi ve ardından onları kocalarına tabi olarak evliliklerini sürdürmeye zorlaması gibi yaygın uygulamaların da bu olguya katkıda bulunduğunu belirtmeliyim.9”
Burada özellikle 8 nolu referansı merak ediyorum. Bu konu benim de üstünde durduğum bir konu. Kadının günümüz toplumda ikinci sınıf olmasının kökeninin 2,5 milyon yıllık geçmişimizde saklı olduğunu düşünüyorum. Adı geçen 8 nolu referansı not ediyorum. Okuma listesine bir kitap daha eklendi.
Not: 8. For a summary, see Harris (1989).
HARRIS, M: 1989. Our Kind: Who We Are, Where We Came From and Where We Are Going. New York: Harper & Row.
Az önce burada yazmayı bıraktım. Harris’in adı geçen kitabını buldum. Hemen indirdim ve bir baktım kitabı okuyorum. Bunu yapmamam lazım. Bunu çok sık yapıyorum ve sonra kopuyorum. Bir kitabı okurken yada burada olduğu gibi kitap hakkında yazarken dağılıp başka şeyle ilgilenmek yaptığım sık bir hata. Bu arada kitabı kesinlikle ve kesinlikle okuyacağım. İlgilendiğim her konuya değinmiş Harris. Şimdilik bu kitabın değerlendirmesini bitirene kadar sabretmeliyim. Kitaba devam.
Harris'in kitabını biraz taradım ve yukarıdaki 8 nolu referansta geçen bilgileri bulmaya çalıştım ama net bir birebir alıntı olmadığı için bulmak zor. Yine de hamilelik, besleme gibi kelimeleri araştırdığımda bir kaç şey buldum. Sadece küçük bir alıntı yapmak istiyorum. Bu alıntı “SPERM YUMURTAYA KARŞI?” başlığından:
“Bizi bu gerçeği kabul etmekten alıkoyan şey, kadınların çoklu cinsel birliktelik seçeneğini seçme konusunda hiçbir zaman erkekler kadar özgür olamamış olmalarıdır. Ve bu özgürlük eksikliğinin üreme başarısına yönelik cinsel stratejilerle bir ilgisi olmayıp, erkeklerin kadınların üretkenlik ve üreme güçlerini kontrol etme girişimlerinin bir parçası olarak kadınlara hükmetmeye ve cinsellikleriyle mücadele etmeye çalıştıkları çifte standardın cinsel politikasının bir ürünüdür.”
Her neyse. Bu başka bir kitap ve belki bu kitabın da kendimce bir değerlendirmesini yaparım. Şimdilik geçiyorum.
Edgerton sonraki paragrafta avcı toplayıcı toplum düzeninde eşitlik olduğuna dair görüşün yanlış olduğunu birkaç örnekle anlatıyor. Ve nasıl ki ilkel toplumlarda harmoni olduğu bir mitse ilkel toplumlarda eşitlik olduğu da bir mittir diyor.
Sayfa 79:
“Despite the presence of various social and cultural mechanisms to create equality, or the appearance of equality, social inequality is a universal reality of human existence; it leads to competing interests within a society, interests that can generate conflict and exploitation alike.”
“Eşitlik yaratmak ya da eşitlik görüntüsü vermek için çeşitli sosyal ve kültürel mekanizmaların varlığına rağmen, sosyal eşitsizlik insan varlığının evrensel bir gerçeğidir; bir toplum içinde çatışan çıkarlara, hem çatışma hem de sömürü yaratabilen çıkarlara yol açar.”
Sonraki paragraf bu tespitle başlıyor. Burada ilgimi çeken tespit eşitlik yaratmak veya eşitlik varmış gibi görüntü sergilemek için kültürel mekanizmalar oluşturulması fikri oldu. Bu konu hakkında bir yazı bile yazabilirim. Çok önemli bir tespit. Aslında eşitsiz olduğumuzu, eşitsizliğin aslında bizim doğamızda olduğunu, eşitsizliğin asıl esas ama bu esası düzeltmek için çaba harcadığımız, ama acı gerçek şu ki sanki eşitmişiz gibi yaşamaya çalışmamıza rağmen gerçekte sadece eşitmişiz oyunu oynadığımız düşünüyorum.
Hayatım boyunca solcu oldum. Solcu derken kastettiğim ne? İnsanlar arasında bir ayrım yapılmaması gerektiğini, bu dünyadan her yaşayan kişinin eşit derecede yararlanması gerektiğini, kimsenin kimseden üstün olmadığını düşünüyorum. Bu sadece benim değil solcuyum diyen herkesin görüşüdür. Yani birileri güllük gülistanlık yaşarken birilerinin açlık çekmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum ve herkesin ayrımcılık yaşamadan eşit bir şekilde yaşaması gerektiğini düşünüyorum.
Burada çok ciddi bir sorun var. Bunun bir ideal olduğu gerçeğini unutuyoruz. Bir çok saf solcu için az önce yazdıklarım aslında insanlık için normdur diye düşünür. Yani insanlar aslında eşittir ama bazı “kötü” insanlar bu hakkımızı bizden almışlardır diye düşünürler. Aslında bizler normalde zengin fakir ayrımına sahip değiliz ama dünyada bazı sömürücü tip insanlar var onlar bizim elimizden eşit olma hakkını alıyorlar diye düşünürler.
Bu kökten yanlış bir bakış açısı. İnsanın doğası hiyerarşiktir. İnsanlar yöneten ve yönetilen şeklinde evrimleşmiştir. İnsanlar eşitsiz bir şekilde evrimleşmişlerdir. Yani bizim normalimiz kesinlikle eşitlik değil. Yani ortada aslında eşitiz ama bizim elimizden bunu zorla alıyorlar gibi bir durum yok. Eşitlik bir idealdir. Olması doğru olandır ama olan değildir. İlk olarak bu tespiti doğru yapmak gerekiyor.
Gelelim eşitlik varmış görüntüsü için oluşan mekanizmalara. Hepimiz hukuk önünde eşitizdir değil mi? Yani mahkemeye düştüğümüzde her birimizi eşit haklara sahibizdir ama gerçekte öyle mi? Zengin olan kişi (hakime savcıya rüşvet verilmediğini kabul edersek) milyonlarca lira harcayıp ülkenin en iyi avukatını tutabilir ama fakir olanı kim savunur? Her şey aynıymış gibi gözükse de aslında kimse eşit değildir. Ama kanunlarda herkes hukuk önünde eşittir yazar değil mi? Yada eğitim hakkını ele alalım. Tüm çocuklar eğitim fırsatından yararlanır yada en azından devletin asli görevlerinden birisi budur ama çocuklar eşit midir? Parası olan en iyi eğitimi alırken parası olmayan kötü eğitime mahkumdur. Sağlık konusu da öyle, çalışma hayatı da… Dıştan bakınca eşitmişiz algısına her yerde sahibiz ama uygulamada öyle olmadığı gün gibi ortada.
Eşitlik varmış görüntüsü oluşturmak için ürettiğimiz sosyal ve kültürel mekanizmalar konusu üstüne daha çok kafa yormak gerekiyor. Şimdilik bunu geçiyorum.
Edgerton az önce verdiğim alıntıdan sonra kıtlık zamanlarında bebek öldürme eyleminin yaşayanların hayatta kalması için makul bir eylem olarak algılanabileceğini söylüyor. Bu davranışın maladaptif olarak değerlendirilip değerlendirmeyeceğini tartışıyor.
Sonraki paragrafta bir başka küçük toplulukta bebek öldürme olayını ele alıyor. Bu toplumda kadın hamile kaldığı andan sütten kesilme anına kadar geçen sürede cinsel ilişkiye girilmesini engelleyen bir gelenek varmış. Genç çiftler bu cinsel perhizi yaşamamak için hamileliği sonlandırmayı tercih ediyorlarmış.
Edgerton maladptifliğin örneği olarak hayvanlara şiddet uygulamayı tartışıyor. Bazıları hayvana uygulanan anlamsız şiddetin aslında insandaki şiddet duygusunu bastırmak için ortaya çıktığını iddia ediyorlar ama bu pek de gerçekçi değil çünkü hayvanlara karşı şiddet uygulayanlar aynı zamanda insanlara da uyguluyorlar.
Edgerton hayvanlara karşı şiddeti tartışmaya devam etmiş. İnuitlere dair bir örnek üzerinden anlatıyor. Kızak köpeklerinin işe yaramayanlarını döverek işkence etmelerinin makul bir sebebi olmadığını aktarıyor. Hayvanları acı çekerken izlemekten keyif almak yada onlara amaçsız şiddet uygulamanın neresinde adaptiflik olabilir diye sorguluyor.
Rasyonel bir amaca hizmet etmeyen hayvanlara karşı eziyetin adaptif olmaması gerekir. Bu ancak bunu yapanların bir şekilde duygusal olarak bir şeyleri tatmin ettiklerini gösterir. Edgerton çocuklara karşı yapılan eziyetin de aynı şekilde değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Belki çok yaygın değil ama her toplumda bir şekilde çocukların eziyet çektiği biliniyor diyor. Ve bunun adaptif bir durum olmadığı ancak insanın gaddarca duygularını tatmin etmekten başka bir işe yaramadığını söylüyor.
Maalesef bizim ülkemizde de hem hayvana karşı hem de çocuklara karşı şiddet ve istismar görülen bir şey. Ben gücü olmayan yada karşı koyamayan bir canlıya karşı yapılan bu tür “sapıkça” işlerin de kökeninde evrimsel geçmişimiz olduğunu düşünüyorum. Yani ne kadar görmek istemesek de bizler bizden zayıf olanı sömürmeye, kullanmaya hatta acı çektirmeye eğilimi olan bir canlıyız. Tabi ki hepimiz böyle değiliz ama bir grup insanda bunun var olması bizi doğamızda bu durumun var olduğunu gösterir. Yani acı gerçekler sırf biz yok olsun istiyoruz diye yok olmuyorlar. Biz gözümüz kapattığımızda kötülük de yok olmuyor.
Çocukların tecavüze uğraması geçeğini biliyoruz. Bundan kötüsü de duygusal şiddet. Hepimiz aslında bir acı gerçeği biliriz ama dile getirmeyiz. Özellikle babalar ama bir çok durumda annelere de doğan çocuklarını sevmezler. Bu sağlıksız durum, erkekler için sever ama sevgisini göstermez bahanesi ile normalleştirilir. Kadınlar için belki bu kadar net değil ama özellikle 7-8 çocuk doğuran bir annenin tüm çocuklarına çocuğun ihtiyaç duyduğu sevgiyi verdiğini söylemek çok güç. İlla ki arada istisnalar vardır ama bizlerin sevgisiz büyüdüğümüz gerçeğini ortadan kaldırıyor.
İnsanın insanı sömürmesi, kötüye kullanması bizim doğamızda var. Ailelerde, okullarda yaşanan zorbalıklar artık vakayi adiyeden oldular. Bu durum içimizdeki kötüyü saklayamadığımızın göstergesi.
Eşitsizlikten Sömürüye (İstismara, Kötüye Kullanmaya) alt başlığı bitti. Benim çok önemsediğim bir konu. Eşitsizlik konusunun yanlış ele alınması yanlış sonuçlar üretmemize yol açıyor. Her konuda olduğu gibi bu konuyu da anlamak için evrimsel kökenlerimize gitmek zorundayız. Eğer oradan yola çıkarak bilgi üretirsek boşa kürek çekmemiş oluruz. İnsanı anlamak istiyorsak yola doğru yerden çıkmalıyız.
Sonraki başlık Erkeğin Baskınlığı üstüne. Konu eşitsizlik olunca hiç de şaşırtıcı değil aslında.
Kommentare