Sekizinci Yazı
Biyolojik Yatkınlıklar ve Sağlıksız Uyum
Edgerton yine ilk paragraftan çok can alıcı tespitlerle konuya dalmış. Her zaman olduğu gibi ilk paragrafı olduğu gibi aktarıp bir kaç görüşümü aktaracağım ama önce bu alt başlıkta neler anlatmış kısa bir özetini geçelim. Ayrıca yine mini bir sözlüğü ekledim.
Bu başlık altında insan davranışlarının genetik eğilimler ve kültürel faktörler tarafından nasıl şekillendiği göreceğiz. Edgerton, bu konunun sağlıksız uyumlu sonuçlar doğurabileceğini anlatıyor. Biyolojik eğilimlerin, insanları bencil ve zorlayıcı hale getirebileceği, ayrıca sosyal ve kültürel mekanizmaların bu eğilimleri kontrol etme çabalarının her toplumda tam anlamıyla başarılı olamadığını vurguluyor. Kültürel ihtiyaçların, bireylerin düşünme ve davranma biçimlerini şekillendirdiği gösteriyor. Bu durumun nasıl sağlıksız-uyumlu sonuçlar doğurabileceğini anlatıyor.
Maladaptasyon - Biyolojik Yatkınlıklar ve Sağlıksız Uyum başlığında geçen önemli İfadeler:Biological Predispositions (Biyolojik Yatkınlıklar): İnsanların biyolojik yapılarına veya genetik miraslarına bağlı olarak belirli davranışlara eğilimli olmalarıdır. Bu yatkınlıklar, evrim sürecinde kazanılmış olabilir ve çevresel koşullara veya kültürel etkilerle uyumsuzluk gösterebilir. Biyolojik yatkınlıklar, evrimsel süreçlerde, insanların hayatta kalmalarını ve uyum sağlamalarını destekleyen özelliklerin seçilmesiyle şekillenmiştir. Biyolojik yatkınlıklar modern toplumda bazı durumlarda "sağlıksız uyumlu (maladaptif)" hale gelebilir, çünkü bu yatkınlıklar günümüz koşullarından çok atalarımızın yaşadığı çevreye uygun olarak şekillenmiştir. Psychobiology (Psikobiyoloji): İnsan davranışlarını biyolojik süreçler ve psikolojik faktörlerin etkileşimi bağlamında inceleyen bir bilim dalıdır. Psikobiyoloji, evrimsel süreçlerin insan davranışlarına olan etkilerini inceler. Genetic Inheritance (Genetik Miras): Atalardan kalma biyolojik özelliklerin bir sonraki nesillere geçmesi sürecidir. İnsanların evrim sürecinde kazandıkları bu genetik miras, bazen modern yaşam koşullarına uyumsuzluk gösterebilir. Cultural Determinism (Kültürel Determinizm): İnsan davranışlarının tamamen kültürel faktörlerle belirlendiğini savunan bir yaklaşımdır. Bu görüşe göre, insan doğasının kültürden bağımsız bir yapısı yoktur. Tabula Rasa (Boş Levha): İnsan zihninin doğuştan boş olduğu, tüm bilgi ve davranışların çevresel etkileşimlerle edinildiği görüşüdür. Özellikle Clifford Geertz gibi antropologlar tarafından savunulmuştur. Genotype (Genotip): Bir organizmanın genetik yapısının tümüdür. İnsanların Pleistosen dönemdeki genotipleri ile modern yaşam arasındaki uyum bazen sorunlar doğurabilir. Pleistocene Epoch (Pleistosen Dönemi): Yaklaşık 2,6 milyon yıl önce başlayıp 11,700 yıl önce sona eren bir jeolojik dönemdir. Modern insanın atalarının evrimleştiği ve genetik yapılarının şekillendiği dönemi temsil eder. İnsan evriminin büyük bir kısmı bu dönemde gerçekleşmiştir. İlk kültürel ve teknolojik gelişmeler (alet yapımı, ateşin kullanımı) bu dönemde ortaya çıkmıştır. Pleistosen’in sonunda başlayan Holosen dönemi (bugünkü jeolojik dönem), tarımın gelişmesi ve yerleşik hayata geçiş gibi daha ileri kültürel değişimlerin temelini oluşturmuştur. Homo erectus, Homo neanderthalensis ve Homo sapiens gibi birçok insan türü bu dönemde yaşamıştır. Homo sapiens, Pleistosen’in sonlarına doğru baskın tür haline gelmiş ve diğer hominin türleri yok olmuştur. Selective forces (Seçici Güçler): doğal seçilim yoluyla bir popülasyonun evrimini yönlendiren çevresel veya biyolojik etkenlerdir. Bu kuvvetler, bireylerin belirli özelliklerinin hayatta kalma ve üreme şansını artırması veya azaltmasıyla işler. Örneğin, avcılardan kaçabilen hızlı bireyler, bu özelliklerini sonraki nesillere aktarma olasılığı daha yüksek olduğu için seçilir. Çeşitli türleri vardır: doğal seçilim, eşeysel seçilim (üreme başarısını etkiler), genetik sürüklenme (rastgele olaylar), mutasyon (genetik çeşitlilik yaratır) ve çevresel baskılar. İnsan evrimi sırasında iş birliği, sosyal zeka ve dayanıklılık gibi özelliklerin gelişimi, bu kuvvetlerin etkisiyle şekillenmiştir. Selective forces, biyolojik çeşitliliğin ve adaptasyonların temel mekanizmasıdır. Pleiotropy (Pleiotropi): Bir genin birden fazla fenotipik özelliği etkileyebilme durumudur. Bu, genetik sistemin karmaşıklığını ve özellikler arasındaki bağlantıları açıklar. Örneğin, bir gen hem bir organizmanın saç rengini hem de metabolik süreçlerini etkileyebilir. Pleiotropik etkiler, evrim açısından önemli sonuçlar doğurabilir, çünkü bir özellik için faydalı bir genetik değişim, başka bir özellik üzerinde olumsuz bir etki yaratabilir. Buna "pleiotropik yük" denir. Örneğin, Pleistosen'de fiziksel dayanıklılığı artıran bir gen, düşük zekâ gibi bir istenmeyen özellik ile bağlantılı olabilir. Pleiotropi, genetik ve evrimsel biyolojide adaptasyon, sağlık ve hastalık süreçlerini anlamada kritik bir rol oynar. Triune Brain Theory (Üçlü Beyin Teorisi): Paul D. MacLean tarafından ortaya atılan bir teori olup, insan beyninin evrimsel olarak üç katmandan oluştuğunu öne sürer: Reptilian (sürüngen) beyin, limbik sistem (duygusal beyin), ve neokorteks (mantıksal beyin). Symbol Systems (Sembol Sistemleri): Kültür tarafından belirlenen ve insanların anlam yaratmasında ve deneyimlerini düzenlemesinde kullanılan semboller bütünüdür. Bu sistemler, insan davranışını yönlendiren bir rehber işlevi görür. Socialization (Sosyalleşme): Bireylerin, yaşadıkları toplumun normlarına, değerlerine ve davranışlarına uyum sağlaması sürecidir. Sosyalleşme, bireyin topluma uyumunu sağlar ancak kültürel uyumsuzluk durumunda zorluklar doğabilir. Division of Labor (İş Bölümü): Bireylerin farklı görevleri üstlendiği, bu görevlerin bir araya gelerek toplumun ihtiyaçlarını karşıladığı organizasyon yapısıdır. Pleistosen dönemde avcılık ve toplayıcılıkla ilişkili olarak geliştiği düşünülmektedir. Reciprocal Influences (Karşılıklı Etkileşimler): Kültür ve genetik yapının birbiriyle etkileşime girerek evrimsel süreçte karşılıklı bir etkide bulunmasıdır. Bu durum insanın hem biyolojik hem de kültürel açıdan şekillendiğini ifade eder. Cultural Norms (Kültürel Normlar): Bir toplum içinde kabul gören ve bireylerin davranışlarını şekillendiren kurallardır. Bu normlar, toplumun uyumunu sağlarken değişim gerektiğinde uyumsuzluklara yol açabilir. Symbolic Meaning (Sembolik Anlam): Bir toplumun belirli nesnelere, davranışlara veya ritüellere yüklediği anlamlardır. Bu anlamlar, bireylerin toplumsal etkileşimlerinde yol gösterici bir rol oynar. Maladaptive Traits (Uyumsuz Özellikler): Birey veya toplumun çevreye uyum sağlamasını engelleyen, zararlı ya da verimsiz özelliklerdir. Bu özellikler, genetik veya kültürel olabilir ve değişen çevre koşullarında daha belirgin hale gelebilir. Self-Sacrifice (Özveri): Toplum veya grup yararına kişinin kendi çıkarlarını feda etmesidir. Evrimsel süreçte sosyal bağların gelişimine katkıda bulunmuş olabilir. Cognitive and Behavioral Tendencies (Bilişsel ve Davranışsal Eğilimler): Bireylerin düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini etkileyen genetik veya kültürel özelliklerdir. Bu eğilimler, bireylerin sosyal ortamlarda nasıl uyum sağlayacaklarını veya uyumsuz hale geleceklerini belirler. Social Living (Sosyal Yaşam): Bireylerin grup içinde yaşamayı tercih ettikleri yaşam biçimidir. Sosyal yaşam, hem işbirliği hem de rekabet gerektiren karmaşık ilişkiler barındırır ve bireylerin uyumunu etkileyebilir. |
Sayfa 61:
“Humans have not devoted themselves exclusively or consistently to solving the problems they face; instead, while populations sometimes seek solutions to pressing problems or to better meeting their collective needs, they also create problems by engaging in behaviors that appear to be rooted in their biological predispositions. Their psychobiological inheritance-their evolved "nature"-includes far more than the predispositions selected for during the relatively brief period of time since humans have become fully cultural creatures. A part of our genetic inheritance was established much earlier than that, and at times it makes us unruly, difficult, and self-serving-the beast within us, as some have said. Whether one looks to Freud, Norman 0. Brown, Donald T. Campbell, or some other scholar who has attempted to illuminate the conflicts that humans bring upon themselves, the perduring message is the same: if humans are to succeed in adapting to one another and to the environments in which they live, they must devise social and cultural mechanisms to control certain aspects of their biological nature. It is self-evident that no population has yet done so with complete success.”
“İnsanlar kendilerini münhasıran veya sürekli olarak karşılaştıkları sorunları çözmeye adamış değillerdir; bunun yerine, popülasyonlar bazen acil sorunlara çözüm ararken veya kolektif ihtiyaçlarını daha iyi karşılarken, biyolojik yatkınlıklarından kaynaklanıyor gibi görünen davranışlarda bulunarak da sorun yaratırlar. Psikobiyolojik mirasları - evrimleşmiş “doğaları” - insanların tamamen kültürel yaratıklar haline gelmesinden bu yana geçen nispeten kısa süre zarfında seçilen yatkınlıklardan çok daha fazlasını içerir. Genetik mirasımızın bir kısmı çok daha önce şekillenmiştir ve bazen bizi asi, zor ve bencil hale getirir - bazıların dediği gibi içimizdeki canavarı ortaya çıkarır. İster Freud'a, ister Norman O. Brown'a, ister Donald T. Campbell'a ya da insanların kendi içlerinde yaşadıkları çatışmaları aydınlatmaya çalışan başka bir bilim insanına bakılsın, kalıcı mesaj aynıdır: eğer insanlar birbirlerine ve yaşadıkları çevreye uyum sağlamayı başaracaklarsa, biyolojik doğalarının bazı yönlerini kontrol etmek için sosyal ve kültürel mekanizmalar geliştirmelidirler. Henüz hiçbir popülasyonun bunu tam bir başarıyla yapamadığı aşikârdır.”
Edgerton sorun çözme ile ilgili olarak konunun iki yönünü ele almış. İnsanların sadece karşılaştıkları sorunları çözmeye odaklanmadıkları, aynı zamanda biyolojik yatkınlıklarından kaynaklanan davranışlarla yeni sorunlar da yarattıkları anlatmış. Buradaki yatkınlık ifadesi üstünde kısaca durmak istiyorum. Kullandığı kelime “disposition”, sözlüğe bakınca ilk anlamı “yatkınlık”, ikinci anlamı “eğilim” ve sona “meyil”. Yatkınlık kelimesi türkçede sık kullanılan bir kelime ve sanki burada esas kastedileni aktarmak için yeterli değilmiş gibi hissediyorum. “Disposition” kelimesinin etimolojisini incelediğimde şunu gördüm: “İngilizcede, disposition kelimesi, günümüzde bir kişinin doğal ruh halini, eğilimlerini, mizaç özelliklerini ya da belirli bir şeye yönelik eğilimini ifade etmek için kullanılmaktadır.” Sanki biyolojik yakınlık yerine biyolojik melekeler dense daha mı iyi olur bilemiyorum. Ama çok da önemli değil.
Alıntıya dönersek, Freud okumalarımdan aklımda kalan içimizdeki hayvandan kurtulduğumuz için bugünkü uygarlığımıza ulaşabildik.
Sonraki paragrafta insan davranışlarının arkasında gen mi var kültür mü var tartışması yapıldığını görüyoruz. Benim hiç sevmediğim bir antropolog olan Clifford Geertz‘in insan davranışlarında sadece kültürün etkili olduğu görüşünü aktarmış. Daha sonra bu görüşe katılmayan başka bilim insanlarının görüşlerini görüyoruz.
Sayfa 62:
“How people think and behave is a product of their genetic predispositions acting under the influence of various environmental factors that include but are not limited to their culture. These scholars also assume that the Pleistocene environment-including human culture-in which humans evolved was sufficiently homogeneous that" various small bands of people evolved virtually identical genotypes.”
“İnsanların nasıl düşündüğü ve davrandığı, kültürlerini de içeren ancak bunlarla sınırlı olmayan çeşitli çevresel faktörlerin etkisi altında hareket eden genetik yatkınlıklarının bir ürünüdür. Bu akademisyenler ayrıca, insan kültürü de dahil olmak üzere, insanların evrimleştiği Pleistosen ortamının, “çeşitli küçük insan gruplarının neredeyse aynı genotipleri geliştirmesine yetecek kadar homojen olduğunu” varsaymaktadır.”
Ve sonuç olarak Edgerton tüm bu tartışmaya noktayı koyuyor. Yani insan ne sadece genden oluşur ne de sadece kültürden.
Sayfa 63:
“Exactly what that Pleistocene environment was like is a matter for speculation. Based on what is known about the early hominids, it is likely that men and women had to learn to cooperate in hunting and gathering and, indeed, that they developed a division of labor. They must have been nomadic, at least most of the time. They probably felt close ties for family members, and practiced considerable sharing and mutual aid. Some evolutionary biologists believe that what mattered most during the Pleistocene and what has given all modern humans the same psychobiology was their need to understand and manipulate other people. Some of the demands of social living must have called for affection, companionship, even skills at entertainment, but others would have involved more onerous demands for sharing, assistance, or self-sacrifice, and at times the demands must have called for effective displays of hostility, intimidation, deception, and aggression. There have been many ingenious speculations about what Pleistocene life must have been like for modern humans to have evolved as we did, but these are largely unverifiable because the archeological record has not yet told us enough about the selective forces that shaped us and we cannot infer that any contemporary hunter-gatherer societies have retained that Pleistocene way of life.”
“Pleistosen ortamının tam olarak nasıl olduğu spekülasyon konusudur. İlk hominidler hakkında bilinenlere dayanarak, erkeklerin ve kadınların avcılık ve toplayıcılıkta işbirliği yapmayı öğrenmek zorunda kaldıkları ve gerçekten de bir iş bölümü geliştirdikleri muhtemeldir. En azından çoğu zaman göçebe yaşamış olmalılar. Muhtemelen aile üyeleri için yakın bağlar hissettiler ve önemli ölçüde paylaşım ve karşılıklı yardımlaşma uyguladılar. Bazı evrimsel biyologlar, Pleistosen döneminde en önemli olan ve tüm modern insanlara aynı psikobiyolojiyi veren şeyin, diğer insanları anlama ve manipüle etme ihtiyaçları olduğuna inanmaktadır. Sosyal yaşamın bazı talepleri şefkat, arkadaşlık ve hatta eğlence becerileri gerektirmiş olmalı, ancak diğerleri paylaşım, yardım veya fedakarlık için daha zahmetli talepler içeriyor olmalı ve zaman zaman talepler etkili düşmanlık, gözdağı, aldatma ve saldırganlık gösterileri gerektirmiş olmalı. Modern insanın bizim gibi evrimleşmesi için Pleistosen yaşamının nasıl olması gerektiğine dair pek çok dahiyane spekülasyon yapılmıştır, ancak bunlar büyük ölçüde doğrulanamaz çünkü arkeolojik kayıtlar bizi şekillendiren seçici güçler hakkında henüz yeterince bilgi vermemiştir ve herhangi bir çağdaş avcı-toplayıcı toplumun Pleistosen yaşam tarzını koruduğu sonucunu çıkaramayız.”
İnsan hakkında, sosyoloji hakkında, neden böyleyiz sorusu hakkında düşünen herkesin insanın yaşadığı bu dönemi anlamaya çalışması gerek diye düşünüyorum. Bugün sahip olduğumuz iyi yada kötü dediğimiz her şeyin kökeni bu döneme dayanıyor. Bizi biz yapan her neyse bu dönemde edindik. Ben konuya bu şekilde bakıyorum. Bu yüzden bugün neredeyse tüm dünyada yaygın olan ataerkilliğin, tüm dünyada görülen eşitsizliklerin de kökenini bu dönemde aramalıyız diye düşünüyorum. Yukarıda Edgerton özet olarak şöyle bir değinip geçmiş ama bence bu dönemi anlamadan bugünü de anlayamayacağız.
Bizim kültürü, bir şekilde kültürün de bizi oluşturduğunu biliyoruz. Fakat bu durumu çok iyi algılamamız gerekiyor. Bugün her ne yaşıyorsak sebebi geçmişte saklı. Yani sahip olduğumuz her şey sebepsiz yere değil. Arkasında bizi biz yapan bir geçmiş var. O geçmişte yaklaşık 2 milyon yıl süren adına Pleistosen dediğimiz bu dönem. Bu dönemin 12 bin yıl önce bittiğini söylüyorlar. 2500 bin yıl önce başlamış ve daha dün bitmiş bir dönem. 2500/12 yani tarımı ve evcilleştirmeyi bulduğumuz ve bugünkü toplum yapımızın temelini oluşturan sürenin 208 katı kadar bir süreden bahsediyoruz. Bu dönemin adı buz devri. 2,5 milyon yıl süren bir dönem. Ve bu süre içinde karşılaştığımız sorunlara çözümler üretecek şekilde geliştik. Bugün sahip olduğumuz çözüm üretme yeteneklerimizin arkasında bu dönemde edindiğimiz özellikler var. Bugün bu özelliklerin bazılarının zararını da görüyoruz. Tamam hayatta kalmak için bir çok şey edindik ama bu edinimlerin bazıları aslında pek de günümüz şartlarına uygun değil. Edgerton da tam olarak bu geçmişte bir şekilde işe yaramış ama bugün de çok da uyumlu olmayan bu özelliklerimiz üstünde duruyor.
Bu kısa aradan sonra kitaba devam edeyim.
Edgerton bu dönemde edindiğim özellik ve yeteneklerle ilgili farklı bakış açıları sunuyor. Pleistosen döneminde evrimleşmiş genetik ve davranışsal özelliklerin, modern çevre ve koşullarda nasıl farklı sonuçlar doğurabileceğine dair analizde bulunuyor. Geçmişte adaptif olan bugün Maladaptif olabilen şeylere örnek veriyor. Pleistosen avcı-toplayıcılarının yaşadıkları çevreye tamamen mükemmel şekilde uyum sağladıkları varsayımını sorguluyor. Pleistosen döneminde seçilen fiziksel dayanıklılık veya güç gibi arzu edilen özelliklerin, genetik olarak düşük zekâ gibi istenmeyen özelliklerle bağlantılı olabileceği belirtiliyor. Burada kullandığı “Pleiotropi” terimini daha önce duymamıştım.
Sayfa 64:
“And finally, many hominid predispositions, such as selfishness or competition for mates, that can make social living problematic appear to have survived largely unmodified despite centuries of Pleistocene evolution.”
“Ve son olarak, sosyal yaşamı sorunlu hale getirebilecek bencillik veya eşler için rekabet gibi birçok hominid eğilimi, yüzyıllar süren Pleistosen evrimine rağmen büyük ölçüde değişmeden hayatta kalmış gibi görünüyor.”
Bu önemli bir tespit. Sadece bencillik ve rekabet değil bugün ahlaken kötü, yanlış olarak algıladığımız her şey için bu söylenebilir? Bugün hoşumuza gitmeyen ve insana yakıştıramadığımız her şeyin kökeninde hayatta kalma ve üreme çabamız var. İster dinler aracılığı ile olsun ister hukuk yada normlar farketmez doğamızda bulunan ve grup haline yaşamımızı engelleyen herşeye ket vurmaya çalışmışız. Cinayet, iftira, hırsızlık, zina vb ahlaken yanlış bulduğumuz her şey aslında ister kabul edeli ister etmeyelim 2500 bin yıllık geçmişimizde saklı.
Edgerton kültür ve genetik yapının insan davranışlarını etkilemesi konusu ile ilgili görüşünü kati bir şekilde sadece kültür tarafından insanın şekillendiği görüşüne karşı çıkarak gösteriyor.
Sayfa 64-65:
“In spite of the power of culture, no society yet discovered has succeeded completely in making all its members want to do all the things they have to do for the society to prosper-to share, for example, to avoid envy or to speak no evil of others. But most societies have nevertheless managed to do well enough in the process of socializing themselves and their young to create populations with culturally constituted needs that can become as powerful as they are, independent of genetic predispositions. Conceptions of trust, beauty, valor, honor, prestige, decency, achievement, and the like are the stuff of human existence. Often these conceptions fit well with the needs of a people to cope with their environment, and when they do, successful adaptation can be greatly enhanced. But these conceptions, often thought of by those who embrace them as the defining characteristics of everything that is desirable and proper, can become so deeply embedded, so overdetermined by an onslaught of symbols, rituals, and everyday reinforcements, that they are difficult to change when change becomes necessary.”
“Kültürün gücüne rağmen, henüz keşfedilen hiçbir toplum, tüm üyelerinin toplumun refahı için yapmaları gereken her şeyi yapmalarını -örneğin paylaşmak, kıskançlıktan kaçınmak ya da başkaları hakkında kötü konuşmamak- sağlamayı tamamen başaramamıştır. Ancak yine de çoğu toplum, kendilerini ve gençlerini sosyalleştirme sürecinde yeterince başarılı olmuş ve genetik yatkınlıklardan bağımsız olarak kültürel olarak oluşturulmuş ihtiyaçlara sahip nüfuslar yaratmayı başarmıştır. Güven, güzellik, yiğitlik, onur, prestij, edep, başarı ve benzeri kavramlar insan varoluşunun temelini oluşturur. Çoğu zaman bu kavramlar, insanların çevreleriyle başa çıkma ihtiyaçlarıyla uyumludur ve uyumlu olduklarında, başarılı adaptasyon büyük ölçüde geliştirilebilir. Ancak, genellikle onları benimseyenler tarafından arzu edilen ve doğru olan her şeyin tanımlayıcı özellikleri olarak düşünülen bu kavramlar, semboller, ritüeller ve günlük pekiştireçlerin saldırısıyla öylesine derine gömülü, öylesine aşırı belirlenmiş hale gelebilir ki, değişim gerekli olduğunda değiştirilmeleri zordur.”
Biyolojik Yatkınlıklar alt başlığının son paragrafı 3 maladaptasyon örneği ile son buluyor. Kültürel olarak şekillendirilmiş ihtiyaçların nasıl sağlıksız uyumlara (maladaptasyonlara) yol açabileceği hakkında bize ayıktırıyor. Bazı kültürel değerlerin başlangıçta olumlu veya uyumlu görünebileceği, ancak belirli koşullarda zararlı hale gelebileceğini görüyoruz.
Edgerton, Zenginlik biriktirme değeri, Bir yere olan derin sevgi ve Bireycilik gibi normalde pozitif alışkanlıklar yada tutumların nasıl potansiyel olarak maladaptif olabileceğini tartışıyor.
Bu başlıkta böylece bitmiş oldu. Sonraki alt başlık İnsan Doğası hakkında. Bu yazı oldukça kısa oldu ama iyi de oldu. Diğer türlü çok yorucu oluyor. Elimden geldiği kadar Edgerton’ın dediklerini atlamadan aktarmak istiyorum. Çok kapsamlı bir değerlendirme yazısı olsun istiyorum. Sadece kitabın özetini vermektense biraz da okuduklarımın bende ne etki bıraktığını da aktarmak istiyorum. Bazen bir konu hakkında eğer bilgi vermem gerektiğini hissediyorsam internetten araştırıp eklemeye çalışıyorum. Bu sebeple bir sözlük yaratma ihtiyacı hissettim. Kitap içinde geçen kavram, ifade ve terimleri en başta açıklıyorum ki bu bölümü okuyanlar ne ile karşılaşacaklarını görebilsinler.
Bir de son 4-5 yazıdır yapay zekaya görsel oluşturmayı keşfettim. Çok hoşuma gitti. Böylece yazdığım yazı ile ilgili görsel arama zahmetinden kurtulmuş oldum. Ve yazının içeriğini prompt olarak girince karşıma çıkacak olan görseli büyük bir merakla bekliyorum. Harika bir şey.
コメント