Birinci Kısmın ikinci altbaşlığı olan "Bilgi Ağacı" bölümündeyiz. Bilme ihtiyacımızın sebep ve sonuçlarına bakacağız. Biyolojik evrimimiz ve kültürel evrimizin aşamalarını göreceğiz. 70 bin yıl önceki kritik değişime bakacağız.
Sayfa 33: “ÖNCEKİ BÖLÜMDE , 150 bin yıl önce Doğu Afrika’ya yerleşen Homo sapiens’in sonradan dünyanın geri kalanına yayılıp, yaklaşık 70 bin yıl önce de diğer insan türlerini ortadan kaldırmaya başladığım gördük. Aradaki bin yıllar boyunca bu arkaik Sapiensler, aynen bizim gibi bir dış görünüşe ve gelişmiş bir beyne sahip olsalar da diğer insan türlerine karşı belirgin bir üstünlükleri yoktu. Ayrıca gelişmiş aletler yapmak gibi özel başarılar da gösterememişlerdi.”
Sayfa 35: “Bilişsel Devrim, 70 ila 30 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına gelir. Sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, en çok kabul gören teoriye göre genetik mutasyonlar Sapiens’in beyin iç yapısını değiştirerek, daha önce mümkün olmayan şekillerde düşünmelerini ve tamamen yeni dillerle iletişim kurabilmelerini sağladı.
…… dilimizi bu kadar özel kılan şey ne?
Buna cevap olarak en yaygın kabul, dilimizin olağanüstü esnek olmasıdır.”
Alıntılar bölük pörçük oldu ama durum şu. Dil kullanma yeteneğini geliştirmiş olan atalarımız hayatta kalma konusunda avantajlı olduğundan bugün bizler konuşarak iletişim kurabiliyoruz. Aslında iletişim kurmamızın baş aktörü vücut dilimiz. Yani ses çıkararak konuşmaktan çok daha uzun zamandan bellidir işaretle anlaşıyoruz. Hala vücut dili iletişimimizin %70’ini oluşturuyor. Konuşmak neye yarıyor? Bilgi aktarmaya, demek ki biz bilgi aktarmaya ihtiyaç duyan canlılarız.
Sayfa 36: “İkinci bir teori, dilimizin dünyayla ilgili bilgi paylaşımıyla zaman içinde evrildiğini öne sürer, ve elbette en önemli bilgiler, aslan ve bizonlarla değil insanlarla ilgili olanlardır. Bu teoriye göre dilimiz dedikodu yapma aracı olarak evrilmiştir ve Homo sapiens her şeyden önce sosyal bir hayvandır, sosyal işbirliği hayatta kalma ve üreme için kritik öneme sahiptir.”
Grup halinde yaşadığımıza göre diğer insanlarla iletişim halinde olmamız aslında çözülecek sorunların içinde olduğumuz anlamına geliyor. Harari diyor ki 50 kişilik bir grupta 1225 farklı ilişki kombinasyonu oluşuyor. Bu ne kadar girift bir ilişki ağı değil mi?
Bu kadar farklı kişilerle farklı meselelerin çıkması kaçınılmaz değil mi? Peki bu sorunları vücut dili ile çözebilir miyiz? İşte, çözemediğimiz için konuşmaya ihtiyaç duymuşuz. Kişisel olarak bu kadar yıldan sonra mecbur kalmadığım insanlarla iletişimi kesmiş olmamın sebebi bu sanırım. Çok yorucu. Şimdi öğrencilik yıllarımı düşünüyorum da… diğer çocuklarla olan iletişimim, kendimi bir gruba dahil etme çabalarım, hoşlandığım kızla irtibat kurma çabalarım, dersler, hocalar öğrenci işleri, trafik, aile…. ne kadar çok ilişki. Resmen insan zehirlenmesi, ilişki zehirlenmesi bu.
Sayfa 37-38: “Muhtemelen hem dedikodu hem de “nehrin kenarında aslan var” teorisi geçerlidir. Dilimizin gerçekten özgün olan tarafıysa, insanlar ve aslanlar hakkında bilgi paylaşımına olanak sağlamasından çok, var olmayan şeyler hakkındaki bilginin aktarılmasını sağlamaktır. Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens hiç görmediği, dokunmadığı veya koklamadığı varlıklar hakkında konuşabiliyor.
Efsaneler, mitler, tanrılar ve dinler ilk kez Bilişsel Devrim sayesinde ortaya çıktı. Daha önce pek çok hayvan ve insan türü “Dikkat et! Bir aslan!” diye uyarı gönderebiliyordu, ama Bilişsel Devrim sayesinde, Homo sapiens “aslan kabilemizin koruyucu ruhudur” deme becerisini kazandı. Kurgular hakkında konuşabilme becerisi, Sapiens dilinin en özgün yanıdır.
Sadece Homo sapiens’in var olmayan şeyler hakkında konuşabildiği iddiası herkesçe kabul edilebilecek bir önerme. Bir maymunu, ölümden sonra gideceği maymun cennetindeki sınırsız muzla kandırarak elindeki muzu vermeye asla ikna edemezsiniz. Peki bu neden bu kadar önemli? Sonuçta kurgu tehlikeli biçimde yanlış yönlendirebilen veya dikkat dağıtan bir şey olabilir. Ormana melekler ve tekboynuzlar görmeye giden insanların hayatta kalma şansı kesinlikle ormana mantar ve geyik bulmaya gidenlerden daha az olacaktır. Ayrıca eğer zamanınızı var olmayan koruyucu ruhlara dua etmekle geçirirseniz, gıda toplamak, savaşmak ve üremek gibi şeyler için kullanılabilecek değerli vakti boşa harcamış olmaz mısınız?
Öte yandan kurgu, sadece bir şeyleri hayal edebilmemizi değil, bunu kolektif olarak yapmamızı sağladı. Bu sayede İncil'deki yaratılış hikayesi, Avustralya yerlilerinin Dreamtime mitleri ve modern devletlerin milliyetçi mitleri gibi ortak mitler yaratabiliyoruz. Bu mitler Sapiens’e büyük gruplar hâlinde esnek bir işbirliği yapabilme becerisi vermiştir. Karıncalar ve anlar da çok büyük gruplar hâlinde çalışabilirler, ancak bunu yalnızca çok katı bir biçimde ve sadece akrabalarıyla yaparlar. Kurtlar ve şempanzeler, karıncalardan çok daha esnek biçimde işbirliği yaparlar, ama onlar da sadece yakından tanıdıkları az sayıdaki üyeyle yapabilirler bunu. Sapiens ise sonsuz sayıda yabancıyla çok esnek bir şekilde işbirliği yapabilir. İşte bu yüzden Sapiens dünyayı yönetirken, karıncalar bizim artıklarımızla beslenir ve şempanzeler de araştırma laboratuvarlarında ve hayvanat bahçelerinde kafes altındadır."
Beynimiz çok ilginç, hayal etme kabiliyetimiz bizi bugünlere getirdi ama olmayan şeyleri uydurma yeteneğimiz inanılmaz. Faydası olmasa türümüzün çoktan soyu tükenirdi. Demek ki işe yarıyor. Topluluk halinde yaşayabilmek için herkesin olmayan bir şeye inanmasını sağlıyor. Asıl önemlisi bu inanç ortak hareket etmemizin için itici güç oluyor. Gerçi benim inandığıma inanmayanları düşman olarak görüyorum ama neticede karşımdaki grup da öyle olduğu için sorun yok. Yani olumsuzda hemfikir olmuş oluyoruz.
Şİmdi reklam kokan bir hareketle “Peugeot Efsanesi” alt başlığına geçiyoruz.
Sayfa 39: “Bu şekilde kurulan ve sürdürülen grupların büyüklükleri sınırlıdır. Grubun sağlıklı işleyebilmesi için tüm üyeler birbirlerini yakından tanımalıdır. Birbirini hiç tanımamış, birlikte hiç kavga etmemiş, birbirini hiç tartmamış iki şempanze birbirine ne zaman güveneceğini, yardım etmeye değer olup olmadığım ve kimin daha üst sırada olduğunu bilemez. Doğal koşullarda tipik bir şempanze grubu 20 ila 50 arası bireyden oluşur. Bir gruptaki şempanze sayısı arttıkça sosyal denge istikrarsızlaşır ve nihayetinde bir kırılma yaşanarak yeni bir grup oluşur.
Bilişsel Devrim’in arifesinde, dedikodu Homo sapiens’in daha büyük ve daha istikrarlı gruplar kurabilmesini sağladı. Ama dedikodunun bile bir sınırı vardır. Sosyolojik araştırmalar dedikodu sayesinde bir arada durabilen “doğal” bir grubun sınırının 150 kişi olduğunu göstermiştir.”
Dedikodunun da bir sınırı var yani. Kişi sayısı arttıkça birebir konuşmalar grubu bir arada tutmaya yetmiyor. Bir de 150 kişilik grubun faydası herkesin birbirini tanıması yani kim düşman kim dost bilinebiliyor. Fakat tanıma kapasitemin üstüne çıkan bir grupda herkesi tanımadığım için karşıma çıkan kişi benim akrabam da olabilir olmaya da bilir. Yani düşman birisi ile karşılaşma olasılığım artmış oluyor. Bugün insanların hala bu kadar kolay düşman edinebilmesini altında bu günlerden kalan bu mirasımız var.
Sayfa 40-41: “Homo sapiens bu kritik eşiği aşıp, on binlerce kişiden oluşan şehirler kurmayı ve milyonlarca insanı yöneten imparatorluklar oluşturmayı nasıl başardı? Bunun sırrı muhtemelen kurgunun ortaya çıkmasıydı. Ortak bir mite inanan çok sayıda yabancı, başarılı işbirliği yapabilirler.
Tüm geniş çaplı insan işbirlikleri -modern bir devlet, ortaçağda bir kilise, bir antik şehir veya arkaik bir kabile- insanların kolektif hayal gücünde yaşattıkları ortak mitler etrafında örgütlenmiştir. Kiliseler ortak dini mitler etrafında örgütlenir. Birbirini tanımayan iki Katolik, yine de birlikte bir haçlı seferine gidebilir veya bir hastane yapımına bağışta bulunabilir, çünkü ikisi de Tanrı’nın insan vücudunda canlandırıldığına ve günahlarımızı bağışlamak için kendisinin çarmıha gerilmesine izin verdiğine inanırlar. Devletler ortak milli mitler etrafında örgütlenir. Birbirini hiç tanımayan iki Sırp birbirinin hayatını kurtarmak uğruna ölümü göze alabilir çünkü ikisi de Sırp milletinin varlığına, anavatanına ve Sırp bayrağına inanır. Hukuk sistemleri, ortak hukuki mitler etrafında örgütlenir. Hiç tanışmayan iki avukat, ikisine de tamamen yabancı birini savunmak için bir araya gelerek güçlerini birleştirebilir, çünkü ikisi de yasaların, adaletin, insan haklarının ve elbette avukatlık ücretinin varlığına inanırlar.
Yine de bütün bunların hiçbiri, insanların kendilerinin yaratıp birbirlerine anlattığı hikayelerin dışında gerçekleşmez. Evrende hiçbir tanrı, millet, para, insan hakkı, yasa ve adalet insanların ortak hayal gücü dışında var olmaz.”
İşte yukarıda yazılan şeyler sebebi ile ne milliyetçiliğe ne de dine inanıyorum. Bunların insanların bir arada yaşayabilmesi için yine insanlar tarafından kurulan kurumlar olduğunu düşünüyorum. Hatta geniş halk kitlelerini bir arada tutabilmek için uyanık liderler, askerler, din adamları tarafından sürekli köpürtüldüğünü düşünüyorum. İlla ortak bir mite inanacaksan bu insanların bir arada savaşmadan, birbirini öldürmeden kalabileceği evrensel bir mit olmalı. Dinler ve Milletler gibi çatışmaya yol açan kurumlar yerine daha genel bir ortak noktamız olan “insan” olmamız üzerinde odaklanmalıyız. Ama bu da diğer canlılardan üstün olduğumuz anlamında değil. Bizler de bu dünyayı diğer canlılarla ortaklaşa kullanıyoruz. Kimse kimseden, hiçbir millet hiçbir milletten, hiç bir din hiçbir dinden daha üstün değildir. Zaten biraz aklını kullanana bu işin kökten saçma olduğunu görürüz. Ben Türk olduğum için Bulgardan daha değerliysem bir Bulgar içinde tam tersi geçerli. Demek ki bu uydurulmuş bir şey. Bu oyuna gelmemek gerekiyor.
Sayfa 44: “Etkili hikayeler anlatmak kolay değildir; zorluk hikayeyi anlatmakta değil, herkesin hikayeye inanmasını sağlamaktadır. Tarihin büyük kısmı şu soru etrafında döner: Birileri, milyonlarca insanı tanrılara, milletlere veya sınırlı sorumlu şirketlere inanmaya nasıl ikna eder? Bu başarıldığında Sapiens’e olağanüstü büyük bir güç verir, çünkü bu milyonlarca yabancının ortak bir hedef uğrunda işbirliği yapmasını ve birlikte çalışmasını sağlar. Kendi aramızda, sadece fiziksel olarak var olan şeylerden, örneğin nehirlerden, ağaçlardan ve aslanlardan bahsedebilseydik eğer, devletlerin, kiliselerin ve hukuk sistemlerinin kurulmasının ne kadar zor olacağını bir düşünün.”
SAyfa 44-45: “Yıllar boyunca insanlar çok karmaşık bir hikayeler ağı kurmuştur. Bu ağ içinde Peugeot gibi kurgular sadece yaşamakla kalmaz, ciddi miktarda gücü de elinde toplar. İnsanların bu tür ağlar aracılığıyla oluşturduğu şeylere akademik ortamlarda “kurgu”, “toplumsal inşa” veya “hayali gerçeklik” denmektedir. Hayali gerçeklik bir yalan değildir. Ben nehrin kenarında bir aslan var dediğimde orada bir aslanın olmadığını gayet iyi biliyorsam yalan söylüyor olurum. Yalanlar oldukça basittir; yeşil maymunlar ve şempanzeler yalan söyleyebilir. Örneğin bir yeşil maymunun ortada aslan falan yokken, “Dikkat et! Aslan!” dediği gözlenmiştir. Bu tür bir uyarı doğal olarak, muz bulmuş diğer maymunun korkup kaçmasına neden olurken, yalancının muzu tek başına yiyebilmesini sağlar.
Yalandan farklı olarak, hayali gerçeklik, herkesin inandığı bir şeydir
ve bu ortak inanç sürdüğü sürece hayali gerçeklik dünyada belli bir güce sahiptir. "
Yani diyor ki hayali gerçeklik yalan değil çünkü herkes inanıyor. Yani topluca inanılan bir yalan herkes ona inandığı sürece yalan olamıyor. Fakat aradan birisi çıkıp da kral çıplak diyene kadar.
Şimdiki alt başlığımız “Genomun Çevresinden Dolaşmak”
Sayfa 45: “1789’da Fransız nüfusu, neredeyse bir gecede kralların tanrısal gücü mitine inanmayı bırakıp halkın egemenliği mitine inanmaya başladı. Sonuç olarak, Bilişsel Devrim’den bu yana, Homo sapiens değişen ihtiyaçlara göre davranışlarını yenileme becerisine sahip olmuştur. Bu da, genetik evrim sürecindeki trafik sıkışıklıklarını aşarak hızlı ilerlenebilen bir kültürel evrimin yolunu açmıştır. Bu yoldan hızlıca ilerleyen Homo sapiens, işbirliği yapmak konusunda diğer tüm insan ve hayvan türlerine ciddi fark atmıştır.”
İnsan “icat çıkaran” bir canlı. Yani karşımıza bir problem çıktığı zaman çözmek için ne gerekiyorsa yapıyoruz. Baktık işe yaramıyor terk ediyoruz. Belki bir insanın ömrü bu değişimi görmeye yetmiyor ama geçmişe bakınca yüzlerce, binlerce yıllık değişimleri görebiliyoruz. Buradan şu sonuç çıkıyor enseyi karartmamak lazım, belki bizler göremeyeceğiz ama insanlar değişmeye devam edecek ve bugünkü salaklıkları ileride yapmayacak.
Bu kısma kadar anlatılan şeyleri Harari güzel bir tabloda bir arada sunmuş. Aslında bu tabloya bakan bu bölümü anlar.
Sayfa 49:
Sayfa 49: “Tarih ve Biyoloji Sapiens’in icat ettiği hayali gerçekliklerin muazzam çeşitliliği ve bunun sonucu olarak gelişen davranış örüntülerinin çokluğu, “kültür” dediğimiz şeyin başlıca bileşenleridir. Kültürler ortaya çıktığından beri değişim ve gelişimleri hiç durmamıştır ve “tarih” dediğimiz de bu durdurulamayan değişimlerdir.
Buna bağlı olarak, Bilişsel Devrim tarihin biyolojiden bağımsızlığını ilan ettiği andır. Tüm insan türlerinin Bilişsel Devrime kadar yaptıkları, biyolojinin veya başka bir deyişle tarih öncesinin alanına girer.”
Ben şunu anlıyorum. Bilişsel Devrime kadar dünya bizi biçimlendir, bilişsel devrimden sonra ipleri elimize aldık.
Sayfa 51: “Bilişsel Devrim’den sonra biyoloji ve tarihin ilişkisini özetlemek gerekirse:
• Biyoloji Homo sapiens’in kapasitesi ve davranışı için başlıca parametreleri belirlerken, tarihin tamamı bu biyolojik alanın sınırları
içinde gerçekleşir.
• Fakat bu alan olağanüstü derecede geniştir ve Sapiens’e çok çeşitli oyunlar oynama imkanı sunar. Kurgu icat etme becerisi sayesinde Sapiens giderek daha karmaşık oyunlar üretiyor ve her nesil bu oyunları geliştirerek daha da ileri götürüyor.
• Sonuç olarak Sapiens’in nasıl davrandığını anlayabilmek için faaliyetlerinin tarihsel evrimini tanımlamamız gerekiyor. Bunun için sadece biyolojik sınırlarımıza dayanmak, Dünya Kupası’nı anlatan bir spikerin kendisini dinleyenlere oyun alanının detaylı bir tanımını yapıp oyuncuların ne yaptığından bahsetmemesi gibi olurdu.
Taş Devri atalarımız tarih arenasında hangi oyunları oynadılar? Bilebildiğimiz kadarıyla 30 bin yıl önce Stadel Aslanı’nı yapan insanlar, bizimle aynı fiziksel, duygusal ve entelektüel becerilere sahipti. Sabah uyanınca ne yapıyorlardı? Kahvaltıda ve öğlen yemeğinde ne yiyorlardı? Toplumları nasıldı? Tek eşli ilişkileri ve çekirdek aileleri mi vardı? Törenleri, ahlak kuralları, spor yarışmaları ve dini ayinleri var mıydı? Aralarında savaşıyorlar mıydı? Bir sonraki bölüm, çağların önündeki perdenin arkasına bakarak Bilişsel Devrim’i Tarım Devrimi’nden ayıran bin yıllardaki yaşamın nasıl olduğunu anlamaya çalışacak."
Yuval Noah Harari’nin söylediği şeyleri en özlü şekilde söyleyebilme yeteneğine hayranım. Çoğunlukla ne diyecekse direkt söylüyor. Basit ve anlaşılır bir dille. Burada yazılanları okuyup da karşı çıkanları merak ediyorum. Bilen insan, analitik düşünebilen insan bu gerçekleri görüp de ne diyebilir ki. Bunlara gerçek değil diyorlar. Evrim yok diyorlar. Bundan 100 bin, 200 bin yıl önce de insan bugün nasılsa öyle olduğunu söylüyorlar. Hatta Yahudilere göre (sanırım bir çok müslümana göre de) insanın tarihi 6000 bin yıl öncesine dayanıyor. Ortada bu kadar delil varken, ortada bu kadar bilgi varken hala itiraz edenlere inanamıyorum. İnsanın gerçekten aptallığının sınırı yok.
Böylece birinci kısmın 2. alt başlığı da bitmiş oldu. Sonraki bölüm “Adem ve Havva'nın Bir Günü”. Bu kısmın en uzun bölümü.
Comments