top of page
Okunduğu Gibi

Bilgi Üretmek

Bilgiyi kim üretir, nasıl üretir? Bilgi nereden gelir? Bilgi üretmek için koşullar nelerdir? Hangi koşullarda bilgi üretimi mümkündür? Bilgi üreten toplumlar ile bilgi üretmeyen toplumlar arasındaki fark nedir?  İnsan neden bilgi üretmeye ihtiyaç duyar? Bilgi üretme derdi olmayan toplumlar nasıl bu hale gelmişleridir?

Osmanlı tarihini okuyunca (yada sadece Osmanlı değil Doğu toplumlarını için de geçerli sanırım) bir şeyi görüyorsun. Bu topraklar bilmek istememiş. Bilgiye gerek duymamış. Bilmeye değer vermemiş. Hangi açıdan geri kalmışlığı ele alırsak alalım gördüğüm ana fark bu oluyor. Yani ister ekonomik, ister askeri, ister teknolojik ne olursa olsun batının doğuya bu denli fark atmasının kökeninde bu durum var. “Batı bilmek istemiş, doğu istememiş.”

Bir toplumun bilgiye bakışının kökeninde ne olduğunu araştırmak oldukça ilgi çekici. Yani neden bir toplum bilgiye değer verirken diğer toplum vermez? Belli ki her toplumun kendine ait gelenekleri, kültürel sermayesi, dini inançları var. Yani dünyaya bakışın arkasında bir “bakış sorunu” var. 

Eğer insan merak eden ve sorgulayan bir canlıysa bunun normalde coğrafyasının olmaması gerekir. Yani bir yerde meraklı bir insan türü varken bir başka yerde meraksız bir insan olamaz. Belki asıl olay merak etmeye devam edenler ile merakı ölmüş olanlar arasındaki farktadır. Zaten bilen insan (yada bildiğini düşünen) yeni bir şey öğrenmeye ihtiyaç hissetmez. Dini bakış açısına sahip insanların bilmeye gerek duymamasının arkasında bu durum olmalı. 

İnsanın öğrenme yada bilme ihtiyacı da Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinde yerini bulur sanırım. Yani hayatta kalmak ve daha kaliteli yaşamak için bilmek zorundayız. Başımıza gelen olayları, çevremizde gözlemlediğimiz olayları anlamlandırmak zorundayız. Her şey sormakla başlıyor. Neden oldu, nasıl oldu sorularını sorduğumuz anda bir cevap bulmak zorunda kalıyoruz. Bu soruyu sormayı engelleyen bir kültüre doğmuşsan sen de bilmek istemeyen, merak etmeyen bir insan haline geliyorsun. En temel ihtiyaçlarından başlayarak devam eden merak sürecini eğer sonuna kadar devam ettirebilirsen geldiğin nokta yaşamını anlamlı hale getiren cevapları bulduğun nokta oluyor. 

En temel soru ve sorun şu: karnını doyurmak için yediğin gıdaların nereden geliyor?; bu gıdalar nasıl yetişiyor yada ürüyor? Bu tip sorulara verdiğin cevap: "Allah insanlar için bu nimetleri var etmiştir" olunca konu kapanıyor. Ya da güvenlik ihtiyacını bozacak şekilde senin hayatını tehlikeye atan bir deprem yaşandığında, neden bu olay oldu dediğinde verdiğin cevap “Allah kullarını cezalandırıyor” olunca konu kapanıyor. Ya da sevilmek istiyorsun ve çevrende seni sevecek senin de seveceğin insanları arıyorsun, birileri ile iletişim kurmak istiyorsun ama anlaşamıyorsun, çevrede sürekli vahşet, ölüm görüyorsun ve buna anlam vermek istiyorsun ve cevap olarak Babil Kulesi efsanesini yaratıyorsun ve konu kapanıyor. Bu örnekler çoğaltılabilir. Asıl meselenin şu olduğu gözüküyor. İnsanlık olarak bilmek, anlamak, çözmek istedik ve sahip olduğumuz yeteneklerle, birikimlerimizle, sermayelerimizle bazı cevaplar uydurduk. Özellikle uydurduk diyorum çünkü cevap diye bulduğumuz şeylerin hiç bir temeli yoktu. İşte batı ile doğu arasındaki kritik yere bu şekilde gelmiş olduk.

UYDURULMUŞ BİLGİ

Bilme ihtiyacını gidermek için kafamızdan hikayeler uydurduğumuz bir aşamadan geçtik. Bu aşama insanlık tarihi boyunca geldiğimiz mesafenin çok büyük bir kısmını oluşturuyor. 300 bin yıllık insanlık tarihinin sadece son 2500 yılında bilim denilen şeyi icat etmeyi başardık. Bilim tarihi ele alındığında ismi geçen ilk isim Milet’li Thales’tir, o da MÖ 600’lerde yaşamıştır. Onun yaptığı bilim bizim bugün anladığımız bilim değildi ama bugün bizim bugün sorduğumuz sorulara verdiğimiz bakış açısıyla o da o günlerde cevaplar vermeye çalışmıştı. Sorduğu sorulara cevap olarak hikayeler uydurmak yerine akıl yürütmeyi denemişti. Doğada yaşanan olayların arkasında tanrılar olmadığını maddi sebeplerinin olabileceğini akıl etmişti.

İşte bu “bilme isteğinin tatmin edilmesi” işi asıl meselemiz. Bilmek isteyen insanın hikayesi doğu toplumlarında bitmiş durumda. Onlar birilerinin uydurduğu şeyleri bilgi olarak görmeyi ikna edici buldukları için bilme işini bitirmiş durumdalar. Zaten bildiklerini düşündükleri şeylerin arkasında ne olabilir ki? Sorduğun her soruya eninde sonunda verdikleri cevap belli: Allah Bilir. Allah biliyorsa benim bilmeme gerek yok diye düşünüyorlar. Halbuki batı bir şekilde bu cendereden çıkmış. Bunu 1500’lerden başlayan reform ve rönesansla başarmış. Merak ettiği şeylerin cevabını verdiğini iddia eden “din”e dur demiş. Senin verdiğin cevaplar gerçek değil demiş ve süreç başlamış. 

Bilmek öyle bir çığ ki bir kere başladı mı durdurulması mümkün değil. Zaten Moore yasası ne diyor: “bilgi üstel olarak büyür”. Bugün 100 birim bilgiye sahipsem yarın 200, sonraki gün 400, sonraki gün 800 birim bilgiye sahip olacağım demektir. 

Osmanlının ve diğer doğu toplumlarının kaçırdığı fırsat işte budur. Batının 1500’lerde başlayan bilme serüveni bugün onları dünyanın patronu haline getirdi. Çünkü bildikçe yeni şeyler de bilmek için kapı açmış oldular. Bir kere sorularına "gerçek" cevapları bulabildiklerini keşfettiklerinde bu güç onları sarhoş etti. Çünkü çok keyifli bir iş yapıyorlardı. Bir konuyu merak mı ettin, araştırınca arkasında yatan sebebi buluyordun. Yıldırımın neden çaktığını mı merak ettin, elektriği buluyordun, depremin neden olduğunu mu merak ettin, dünyanın çekirdeği olduğunu ve dünyanın kabuk kısmının bir sıvı tabakası üstünde yüzdüğünü buluyordun; elmanın neden yere düştüğünü mü merak, ettin yer çekimini buluyordun. Yani bilim sayesinde merak ettiğin şeylerin cevabını bulabiliyordun. 

Şimdi bu yazıya başlarken sorduğum soruların cevaplarını artık verebiliriz:

  • Bilgiyi kim üretir, nasıl üretir?: Merak eden üretir, araştırarak üretir. 

  • Bilgiyi kim üretmez?: Zaten bildiğini düşünen üretmez. Bildiğini düşünen araştırmaya gerek de duymaz.

  • Bilgi nereden gelir?: Doğanın incelenmesinden ve sorgulanmasından gelir. Tanrılardan, ruhlardan, masallardan, efsanelerden, mitolojik kahramanlardan gelmez

  • Bilgi üretmek için koşullar nelerdir? Hangi koşullarda bilgi üretimi mümkündür?: Soru sormaktan korkulmayan ortamlarda bilgi üretilir. Ön yargılara sahip olunmayan ve dogmalara saplanılıp kalınmış olmayan yerde bilgi üretilir. Bilgi üretmek cesaret ister. Bilgi üretmek gerçeğin, gerçekten ne olduğunu bulmak motivasyonu ister.

  • Bilgi üreten toplumlar ile bilgi üretmeyen toplumlar arasındaki fark nedir?: Bilgi üreten toplumlar bilmediğini farkında olan toplumlardır. Yaşadığı hayatı anlamaya çalışan toplumlardır. Bilmediğinin farkında olmayan, uydurma şeylere bilgi gözüyle bakan toplumlarda yeni bilgi üretmek için de motivasyon yoktur. Sana verili olanı sorgulamadan kabul ediyorsan yeni bilgiye ulaşamazsın. Sana dayatılan hayatı olduğu gibi kabul ediyorsan yeni şeyler yaşayamazsın. Batı ile doğu arasındaki zihniyet farkı burada izlerini gösteriyor.  

  • İnsan neden bilgi üretmeye ihtiyaç duyar?: İnsanın doğasında merak vardır. Merak duygusu dışarıdan bastırılmadığı sürece her insan keşfetmek ister. Elinde olanla yetinmeyen kişi daha fazlasını talep eder. Bu dürtü sayesinde hayatta kalabildik. Bu sayede yeni yerler keşfedip, yeni gıda kaynakları bulduk. Eğer sadece içinde bulunduğu koşullarla yetinen bir tür olsaydık doğanın değişen koşullarına ayak uyduramazdık. Yani doğa sürekli bir değişim halinde, bizler de bu değişime ayak uydururken ister istemez yeni şeyler öğrenmek zorunda kalıyoruz. Yeni bilgi üretmeye ihtiyaç duymayanlar bu ihtiyacını giderenlere göre geri kalmaya mahkum.  

  • Bilgi üretme derdi olmayan toplumlar nasıl bu hale gelmişleridir?: Bilginin, bilgi edinmenin zevkini bir kez tadan bu zevkten mahrum kalmak istemez. Yeni şeyler öğrenmek, açlığını gidermeye benzer. Nasıl ki çok uzun süre aç kaldıktan sonra bir şeyler yediğimizde doyumsuz bir zevk alıyoruz, işte, bilmekten alınan mutluluk da buna benzer. Yeter ki insan bu zevki tanısın, bu zevki bilsin. Ömrü boyunca hiç şeker yememiş bir kişi şekerin nasıl keyif verici bir şey olduğunu bilmez. Dolayısıyla da şekerin yokluğunu sorun etmez. Bilginin ne kadar zevkli olduğunu, bilmenin insanı ne kadar tatmin ettiğini bilmeyen kişinin böyle bir derdi de olamıyor. İçine doğduğu kültür yeni şeyler öğrenmeyi günahla bağdaştırmışsa; insanların kafasına sorgulamanın ve gerçeği aramanın kötü bir şey olduğu kodlanmışsa; cehenneme gitme korkusu insanların tüm iliklerine kadar işlenmişse bu çeşit insanlardan oluşan toplumun bilmekten korkması, bilmeyi öcüleştirmesi de kaçınılmaz oluyor. Kısacası bu bir çeşit kültürel miras.

SONSÖZ

Uydurulmuş bilgi ile gerçek bilgi arasındaki farkı ayırt etme yeteneğinden yoksun bırakılmış insanın vay haline. Öleceğinin bilincinde olan bir canlı olarak bu bilgiyle baş etmek için yollar aramışız.  “Ölüm bilgisi”, bildiğimiz şeyler arasında en yakıcı olanıdır. Öleceğini bilmek ve bunu önleyememek algılamamızı da sağlıksız hale getiriyor ve gerçekliği çarpıtmamıza yol açıyor. Bu bilgiyi normalleştirmek için uydurduğumuz hikayelere gerçek gözüyle bakıyoruz. Ölmek istemiyoruz ve ölmekten kaçmak için yollar arıyoruz. 

Bundan 10 binlerce yıl önce yaşamış olan atalarımız ölüm korkusunu aşmak için bazı yöntemler bulmuşlar. Dikkat edin bundan 30-40 bin yıl önce başlamış olan din serüveninden bahsediyorum. Onların o zamanki bilgi seviyesi ile ürettikleri bilgiyi (uydurulmuş hikayeler) hala geçerli sayıyoruz.

Karşısına çıkan bir taşın hareketsizliği ile onun yanında duran farenin hareketliliğinin sebebini açıklamak üzere bir bilgi uydurmuşuz. Madem bir şey hareket ederken diğer şey hareket etmiyor, hareket edenin hareket ediyor olmasında bir sır olmalı demişiz. Hareket etmesine yol açan bir "ruh" uydurmuşuz. (Buna animizm diyorlar) Bu ruh biz ölünce, yani hareketli halden hareketsiz hale geçince, bizim vücudumuzu terk ediyor. İşte bu kadar basit bir akıl yürütmenin ardından binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen hala bu saçma bilgiye inanmaya devam ediyoruz. Din bu şekilde basit bir yapı olarak kalmadı o da insanla birlikte gelişti ama yöntemi değişmedi. Anlayamadığımız şeylere hayal gücümüzle hikayeler uydurmaya devam ettik.

Bilmek isteyen insanın bilmekten korkmaması gerek. Bilmek, bir kez korkutucu olarak kodlanırsa (algılanırsa) insan bilmemek için elinden geleni yapar. İnsan bilmediği şeyden korkar ve insan korktuğu şeyi görmek istemez. İnsan ölümden korkuyor ve korktuğu şeyi kendinden uzaklaştırmak istiyor. Bu sebeple gerçekliği çarpıtmayı bile göze alıyor. Olmayan şeyleri varmış gibi görmenin kapısı böyle açılıyor.

İnsanın korkmasına rağmen yoluna devam etmesi için gerekli olan nedir? Gerçek acı da olsa yüzleşilmesi gereken bir şey. Bunun için de cesur olmak gerekiyor. Bunun için de büyümek gerekiyor. Çocuklar karanlıktan korkar. Çünkü karanlıkta ne olduğunu bilmezler. Ama yetişkin olduğunda korkulacak bir şey olmadığını da görürsün. Bir an önce bilmekten korkan insanların çocuk kaldıklarını farkedip, yetişkin olmaya karar vermesi gerek. Yoksa bu şekilde bilmeden yaşamaya devam etmek kaçınılmaz hale geliyor. Acı bir gerçeği yaşamak yalan bir uydurmayı yaşamaktan yeğdir.

Bilenle bilmeyen arasındaki farkı tarih bize gösteriyor. Günümüz bize gösteriyor.

Bir kere sana dayatılanın tek alternatif olmadığını kendine itiraf et yeter. Kültürel piyangodan sana burası denk geldi diye tek yaşama alternatifinin bu olduğunu düşünmek saflık değildir de nedir?


Comments


bottom of page