top of page
Okunduğu Gibi

3. Kısım - İnsanoğlunun Birleşmesi - Dinin Kanunu - 12. Yazı

Benim hassas olduğum iki konudan birisi de bu bölümde işleniyor. İlki milliyetçilik konusu bir yönüyle önceki bölümde İmparatorluk ekseni etrafında anlatıldı. Ben milliyete de, dine de inanmıyorum. Neden gerekli olduğunu ne işe yaradığını biliyorum ama insanlık olarak bir gün bu iki birleştirici tutkalın yerine daha akılcı şeyler koyacağımızı da umuyorum. Bu iki kavramı da İnsanın kültürel evriminin parçası olan konular olarak görüyorum. Milliyetçilikde diğer insanlara, toplumlara olan korkumuz ön plandaydı. Din de ise ölüm, ölümden sonra yaşam, dünyanın adaletsiz bir yer olması ve bu adaletsizliğe karşı bizi teskin edecek bir şeye olan ihtiyacımız ön planda. Bu işin kişisel boyutu bir de bir grup olarak birlikte yaşamak ve birlikte hareket etmek adına devletleri yönetenlerin dini kullanışlı bir araç olarak kullanması durumu var.


Bakalım Harari bu konuda ne diyor. Evrensel birleştirici düzenlerin ilk ikisi para yani ekonomi ve imparatorluk yani siyasi düzen idi şimdi de üçüncü birleştirici düzene sıra geldi.

12. Dinin Kanunu


Sayfa 212:Bugün çoğunlukla ayrımcılık, anlaşmazlık ve nifak kaynağı olarak görülen din, insanlığı para ve imparatorluklarla birlikte en iyi birleştiren üçüncü şey olarak sayılabilir. Tüm toplumsal düzenler ve hiyerarşiler hayali olduğundan kırılgandır ve toplum büyüdükçe kırılganlık artar. Dinin kritik önemdeki tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara adeta insanüstü bir meşruiyet vermesidir. Dinler, yasalarımızın insanların kaprisi değil, mutlak ve üstün bir otorite tarafından buyurulmuş emirler oldu­ğunu söylerler. Bu da en azından bazı temel yasaların eleştiriden muaf olmasını sağlayarak toplumsal istikrarı sağlar.”


Din hayali bir düzen olduğu halde neden bu kadar uzun zamandır hayatımızda? Nasıl etkisini ver gücünü bu kadar uzun zamandır hissediyoruz? Çünkü meşruiyetini insanüstülükten alıyor. Gücünü, İnsan uydurması yasalar yerine insanüstü bir otoriteden alıyor. Ülkemizde bir grup insanın bir türlü batı medeniyetinin icat ettiği demokrasi, cumhuriyet, hukuk gibi kavramları içlerine sindirememelerinin arkasında bu var. İnsan uydurması yasaları meşru görmüyorlar. İnsanın hukukunun tanrının hukuku karşısında geçersiz olduğunu düşünüyorlar. Paradigmalarını bir değiştirebilseler… ama yapamazlar. Çünkü inandıklarını söyledikleri Kuran’ın direkt Allah kelamı olduğunu düşünüyorlar. Bu da çok sarsılmaz bir inanç geliştirmelerine yol açıyor. İslamda reform yapılmasını teklif dahi edemiyorsun. Ne zaman ki din yorumu sünnilikten aleviliğe katyar işte o zaman Avrupa'daki gibi bir aydınlanma başlayabilir. Yani dini şekil olarak değil de öz olarak görmek, dinin devlet yönetimi ile, hukuk ile bağlantısını kesip bireysel alana çekmek gerek.


Sayfa 212: “Din bu anlamda insanüstü düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar sistemi olarak tanımlanabilir. Bu durum iki farklı kritere dayanır:

Dinler, insanların istek ya da uzlaşılarından bağımsız insanüstü bir düzen olduğunu savunurlar. Profesyonel futbol bir din değildir, çünkü pek çok kuralına, usulüne ve hatta bazen tuhaf ritüellerine karşın herkes insanların futbolu kendilerinin icat ettiğini ve FIFA’nın isterse kaleyi büyütebileceğini veya ofsayt kuralını kaldı­rabileceğini bilir.

Din bu insanüstü düzene dayanarak bağlayıcı olduğunu kabul ettiği normlar ve değerler tesis eder. Bugün çoğu Batılı hayaletlere, perilere ve reenkarnasyona inanır ama bu inançlar bir ahlaki ve davranışsal standart oluşturmaz. Bu yüzden de din değildir.”


Çoğu sıradan insan aslında ulemanın kastettiği dine inanmaz. Daha çok kendilerine atalarından kalmış bir geleneği yaşatırlar. Bu yüzden türbelere giderler, ağaçlara bez bağlarla, nazara inanırlar, hayaletlere inanırlar vs… aslında hemen hemen hiçbir günlük eylemleri okumadıkları ama inandıklarını söyledikleri kutsal kitapta yoktur. Din bilginleri de bunu bilirler ama topluma etki edemeyeceklerini bildikleri,nden yarım ağız söylerler doğruları. Din aslında sıradan insan için farklı din bilginleri için farklıdır.


Sayfa 212-213: “Çok geniş toplumsal ve politik meşruiyet sağlama becerilerine karşın dinlerin hepsi bu potansiyeli kullanamamıştır. Bir dinin çok geniş bir alanda yaşayan farklı insan gruplarını bir arada toplayabilmesi için sahip olması gereken iki özellik daha vardır. Birincisi, her zaman ve her yerde geçerli evrensel bir insanüstü düzeni benimsemelidir. İkincisi, bu inancı herkese yaymakta ısrar etmelidir. Başka bir deyişle evrensel ve tebliğci olmalıdır.


Tarihteki en iyi bilinen dinlerin çoğu, örneğin İslam ve Budizm, evrensel ve tebliğcidir, bunun bir sonucu olarak da insanlar tüm dinlerin bunlar gibi olduğunu düşünmeye eğilimlidirler. Aslında eski dinlerin büyük çoğunluğu yerel ve kendine özgüydü, yerel tanrılara ve ruhlara inanırlardı ve tüm insan ırkını kendi dinlerine döndürmek gibi bir amaçları yoktu. Bildiğimiz kadarıyla evrensel ve tebliğci dinler milattan önceki bin yıl boyunca ortaya çıkmaya başladı; ortaya çıkışları tarihteki en önemli devrimlerden biriydi ve insanlığın birleşmesine tıpkı evrensel imparatorluklar ve para gibi büyük katkı yaptı.”


İnsanların yeniliği kabul etmemelerinin sebebi tam olarak budur. Benim inandığım şey tek doğru diğerleri yanlış diyen bir bakışın ikna olması mümkün olabilir mi? Beni asıl şaşırtan grup insanlar dinler tarihini, dünya tarihini bilen ama yine de inançlarını bırakamayanlar. Adam dinler tarihi hocası olmuş, bugün kutsal diye adlandırılan kitapların (eski ahit, yeni ahit, kuran) içindeki hikayelerin yazıya geçirilmiş ilk masallarda da olduğunu biliyor ama inanıyor musunuz diye sorduklarında içimde bir his bir yaratan olduğunu söylüyor diyor. İnsanların neden dine ihtiyaç duyduklarının en güzel göstergesi bu. Din aslında psikolojik bir eksikliği gidermek üzere işe yarıyor. Kendini bir şeye inanarak rahatlatan insanı bu inancından vazgeçirtmek de mümkün olmuyor.


Kuzuları Susturmak


Bu alt başlığın hemen hemen tümünü alıntı yapmak zorunda kaldım. Söylenen her şeyin önemli olduğunu düşünüyorum.


Sayfa 213: “Animizm hâkim inanç sistemiyken, insan normları ve değerleri hayvanlar, bitkiler, periler ve hayaletler gibi çok farklı yaratıkların görünüşü­nü ve çıkarlarını da dikkate almak zorundaydı.


Yani önceleri hayatımızı düzenleyen kurallar sadece bize bağlı değildi. Dünyayı (yaşamayı) paylaştığımız tüm gerçek ve hayali canlıları da etkileyen, dikkate alan değerlerimiz ve yasalarımız vardı. Bize bu kuralları dayatan tam olarak bizi etkileyen yada etkilediğini hayal ettiğimiz şeylerdi.


Sayfa 213: “Bu tür dinler genellikle belirli bölgelerin, iklimlerin ve olayların kendine özgü yanlarını öne çıkarmaktaydı. Pek çok avcı toplayıcı tüm yaşamını birkaç bin kilometrekarelik bir alanda geçiriyordu. Belirli bir bölgede yaşayanlar hayatta kalabilmek için o vadide yaşamı düzenleyen insanüstü düzeni anlamak ve davranışlarını bununla uyumlu hâle getirmek durumundaydı; daha uzak başka bir vadide yaşayanlarıysa aynı kurallara uymaya zorlamanın bir anlamı yoktu. Toros Dağları’ndaki insanlar, Sakarya Nehri Vadisi’ne misyonerler göndermek ve orada yaşayanları beyaz kuyruklu tilkileri avlamamaya ikna etmekle uğraşmazlardı.


Tarım Devrimi, beraberinde dini bir devrime de eşlik etmiş gibidir. Avcı toplayıcılar yabani bitkiler toplayıp hayvanları avlıyorlardı ama bunları Homo sapiens’e eşit görüyorlardı. İnsanların koyun avlaması koyunu insandan aşağı yapmıyordu, tıpkı kaplanların insan avlamasının insanı daha aşağı yapmadığı gibi. Bu dönemde canlılar birbirleriyle doğ­rudan ilişki kurarlar ve ortak habitatlarını yöneten kurallar hakkında bir nevi uzlaşırlardı. Buna karşılık çiftçiler, bitkileri ve hayvanları manipüle eder ve sahip olduklarıyla müzakere bile etmezlerdi. Tarım Devrimi’nin ilk dini sonucu, bitkileri ve hayvanları ruhani bir yuvarlak masanın eşit üyelerinden birer metaya çevirmesidir.”


Hala kafa yapımız maalesef bu. Hala dünyadaki en kutsal canlı insan diyen bir kafa yapısına sahibiz. O kadar acımasızız ki diğer canlılara karşı. Bu dünyadaki her şeyin bizim hizmetimizde olduğuna dair yanlış bir algımız var. Kendimizi diğer canlılardan üstün gördüğümüz için de onların patronu olduğumuzu düşünerek yaşamaya devam ediyoruz. Dindar olup da diğer canlıları kendimize eşit görmemiz mümkün mü? Tanrının tüm dünyayı ve canlıları insana hizmet için yarattığını düşünürken nasıl bir tutum sergilersin ki?


Sayfa 214: “Bereket tanrıçası, gökyüzü tanrısı gibi tanrılar bitkiler ve hayvanlar konuşma kabiliyetlerini yitirdiğinde ortaya çıktı ve bu tanrıların başlıca görevi insanlarla dilsiz bitkiler ve hayvanlar arasında arabuluculuk yapmaktı. Antik çağ mitolojilerinin büyük bölü­mü aslında insanların bitkiler ve hayvanlar üzerinde hâkimiyet kurabilme karşısında tanrıya ebediyen sadakat gösterme sözü vermesidir. Tekvin (başlangıç) kitabının ilk bölümleri buna harika bir örnektir. Tarım Devrimi’nden sonraki binlerce yıl boyunca dini ayinler büyük ölçüde, insanların ilahi güçlere çeşitli kurbanlar vermesi karşılığında tanrıların da insanlara bereketli hasatlar ve doğurgan sürüler sözü bahşetmesi olarak özetlenebilir.”


Dinler tarihini ve özellikle insanların tanrı ile olan ilişkisini bu şekilde takip etmek insanı gerçeğin ne olduğu konusunda aydınlatıyor. Sakin ve soğukkanlı bir şekilde insanın tanrı ile ilişkisi üzerine düşünmek gerekiyor. Önce tanrılara sonra Tanrıya neden ihtiyaç duyduk. Dünya ile, diğer canlılar ile, yaşamak ile ilgili ilişkilerimizi nasıl düzenledik. Sorduğumuz soruların cevabını neden sonradan kutsallaştıracağımız, ilahilerştireceğimiz güçlere atfettik. Bu paragraflarda bu süreci çok iyi özetliyor Harari.


Sayfa 214:Tarım Devrimi’nin, başlangıçta animist sistemin diğer unsurları olan kayalar, pınarlar, hayaletler ve iblisler üzerinde çok daha az etkisi olmuştu ve bunlar da zamanla güçlerini ve statülerini yeni tanrılara kaptırdı. İnsanlar tüm yaşamlarını birkaç yüz kilometrekarelik küçük topraklarda geçirdiği süre boyunca ihtiyaçlarının çoğu yerel ruhlar tarafından kar­şılanabilirdi, ancak bir kez krallıklar ve ticaret ağlan genişlemeye başladığında, güçleri ve otoriteleri bir krallığın veya ticaret havzasının tamamına erişebilen varlıklarla iletişim kurabilme gereği duydular.


Bu ihtiyaçlara cevap verme çabaları ilk çoktanrılı dinlerin ortaya çıkı­şına sebep oldu. Bu dinler dünyanın bereket tanrıçası, yağmur tanrısı ve savaş tanrısı gibi bir grup güçlü tanrı tarafından kontrol edildiğini düşü­nürlerdi. İnsanlar bu tanrılara ve tanrıların becerilerine başvurur, tanrı­lar da eğer insanlardan kurban alıp sadakat görürlerse yağmur yağdırmaya, zafer kazandırmaya ve sağlık bahşetmeye lütfederlerdi.


Çok tanrılı dinlerin ortaya çıkışı animizmi tamamen ortadan kaldırmadı; iblisler, periler, hayaletler, kutsal kayalar, kutsal pınarlar ve kutsal ağaçlar hemen hemen tüm çoktanrılı dinlerin önemli bir parçası olarak kalmaya devam etti. Büyük tanrılardan çok daha önemsiz olan bu ruhlar, sıradan insanların gündelik ihtiyaçları için yeterliydi. Büyük savaş tanrısı için düzinelerce koç kurban eden kral, barbarlara karşı zafer için dua ederken, kulübesinde oturan köylü de incir ağacı perisine mum yakarak hasta oğlunun iyileşmesi için dua ederdi.


Büyük tanrıların ortaya çıkışının, kuzular veya iblislerden çok Homo sapiens’in statüsü üzerinde etkisi olmuştur. Animistler insanın dünyada yaşayan pek çok yaratıktan biri olduğunu düşünürlerdi, çoktanrılıcılar ise giderek dünyayı insanlarla tanrılar arasındaki ilişkilerin bir yansıması olarak görmeye başladı. Bu anlayışa göre dualarımız, kurbanlarımız, günahlarımız ve sevaplarımız tüm ekosistemin kaderini belirler. Birkaç aptal Sapiens’in tanrıları kızdırması sebebiyle korkunç bir sel milyarlarca karınca, çekirge, kaplumbağa, antilop, zürafa ve fili telef edebilir. Çoktanrıcılık böylelikle sadece tanrıların değil, insanların da statüsünü yükseltti. Eski animist sistemin daha şanssız üyeleriyse statülerini kaybederek insanın tanrılarla ilişkisindeki büyük dramın figüranları ve dekoru hâline geldi.


Aslında tanrıları yaratarak insanı da yüceltmek enteresan bir bakış açısı. Diğer canlılardan nasıl ve neden üstün olduğumuzu düşündüğümüzün arkasında yatan şeyi keşfetmek önemli. Zeki, bilinç sahibi bir tür olarak sanırım diğer zeki(?) ve bilinç sahibi (?) olmayan canlıların patronu olmak, yada sahibi olmak tabi ki en doğal hakkımızdı. Bu hakkı bize tanrılar veriyordu. Yani kendi kendimize gelin güvey oluyor değildik ya. Çok enteresan bir dönüşüm yaşamışız. Hatta insanlığın üstünlüğü sadece hayvanlarla sınırlı da kalmıyor bir grup insan bir grup insanı köleleştirmekten de çekinmiyor. Bir insanın diğer insanın sahibi olmasını mazur göstermenin bir şekilde yolunu bulmuşuz. Gerçekten çok garip bir canlı türüyüz.


Puta Tapmanın Faydaları


Sayfa 215-216: “İki bin yıl önce tektanrıcılığın zoraki dayatmaları, pek çok Batılının çoktanrıcılığı cahil ve çocukça bir puta tapınma olarak görmesine neden oldu. Bu çok haksız bir yaftalamadır, çünkü çoktanrıcılığın kendi mantığını anlamak için pek çok tanrıya olan inancı destekleyen temel fikri kavramak şarttır.


Çoktanrıcılık tek bir gücün veya tüm evreni yöneten tek bir yasanın varlığını yok saymaz; hatta çoğu çoktannlı ve animist din tüm farklı tanrıların, iblislerin ve kutsal kayaların arkasındaki üstün gücün varlığını tanır. ……


Çoktanrıcılığın, tektanrıcılıktan farklı olan temel içgörüsü dünyayı

yöneten üstün gücün çıkarları ve önyargıları olmaması, dolayısıyla da

insanların dünyevi istekleri, kaygılan ve endişelerinden muaf olmasıdır…..


Evrenin bu üstün güçlerinden istekte bulunmanın tek gerekçesi, tüm

arzulardan vazgeçip iyinin yanında kötüyü de kabullenmektir (yenilgiyi, fakirliği, hastalığı ve ölümü bile).....


Çoktanrıcılığın içgörüsü dinsel hoşgörüye yol açan bir niteliğe sahiptir. Çoktanrıcılar bir yandan üstün ve tamamen bağımsız bir güce, öte yandan da kısmi ve taraflı güçlere inandıklarından, bir tanrıya inananların diğer tanrıların varlığına inanmasında bir sıkıntı yoktur. Çoktanrıcılık içkin olarak açık fikirlidir ve “kafirler”le “gavur”lara nadiren saldırır.”


Bu alıntılardan şu sonucu mu çıkarmalıyız? İlla bir tanrı mevhumuna sahip olacaksam tek bir tane yerine bir çoğuna inanırım daha iyi. Kişisel olarak tanrıya ihtiyaç duymuyorum ama ihtiyaç duyanları anlıyorum. Biraz dürüst ve samimi şekilde düşünecek olsalar ülkemizde tek tanrıya inandığını söyleyenlerin aslında yalan söylediklerini görürürüz. Ermişler, erenler, azizler, şeyhlerle dolu bir inanç dünyası var. Bu adamlar yetmiyormuş gibi bir de kutsal mekanlar var. Dileyenlerin duasını yerine getiren kutsal yerler, evliyaların mezarları, türbeler vs. Neden tek tanrıya inanan insanlar bir de bu tür şeylere ihtiyaç duyuyor? Çünkü yetmiyor tek tanrı. Çünkü o tanrı bu tür şeylerin saçma olduğunu, kaderin değiştirilemeyeceğini, her şeyi kendisini bildiğini, kendisinden başka hiç bir gücün düzeni değiştirmeye yetecek gücü olmadığını söylüyor. Ama tüm bunlara rağmen insanlar bir yerlere bez parçaları bağlamaktan geri kalmıyorlar.


Yukarıdan bir yerden şeriat baskısı olmasa insanlar kendilerince bir düzen tutturacaklar. Aslına bakacak olursak kuran okumuyor olmalarının sebebi bu. Kendilerini kısıtlamak istemiyorlar. Onlar bir dayatmaya maruz kalmak istemiyorlar. Bir şeylere inanmak, yaşadıkları boktan hayatın değişmesi ihtimalini hayatta tutmak istiyorlar. Dünyanın eşitsizliğine olan öfkeleri ve en acısı bu eşitsizliğin değişmeyeceğini biliyor olmaları onlara bir teselli imkanı sunan inanma ile telafi ediliyor. Kuran’mış, Muhammed’miş çok da umurlarında değil. Kandırılmak, uyutulmak istiyorlar. Konu çok psikolojik.


Tanrı Birdir


Sayfa 218: “Çoktanrıcılığa inananlar zaman içinde çoktanrıcı içgörüden uzaklaşarak sadece kendi tanrılarının gerçek tanrı olduğuna ve o tanrının da evrenin üstün gücü olduğuna inanmaya başladılar. Aynı zamanda onu belli çıkarları ve kaygıları olan bir Tanrı olarak görmeye devam ettiler ve bu yüzden de onunla belirli konularda anlaşmaya varabileceklerini düşündüler. Tek tanrılı dinler işte bu şekilde doğdu. Bu dinlerin takipçileri evrenin üstün gücüne, kendilerini hastalıklardan kurtarması ve savaşta zafer kazandırması için yalvardılar.


Bildiğimiz ilk tektanrılı din, MÖ 1350’de Firavun Akhenaten, Mısır

panteonundaki ufak tanrılardan biri olan Aten’in, evrenin gerçek üstün

gücü olduğunu ilan ettiğinde ortaya çıktı.”


Tanrı ile insanın ilişkisi, “sırtımı kaşı sırtını kaşıyayım” ilişkisine benziyor. İnsanlar tanrının egosunu tatmin ediyor, hediyeler veriyor, dualar ediyor, yalvarıyor ve tanrı da bunun karşılığı olarak insanlara ödül veriyor. Hoşuna gitmeyen şeyler yaptıklarında ise onları cezalandırıyor. Sırtımı kaşımazsan sırtını kaşımam diyor yani. Bu diyaloğu başlatın tanrı olduğuna inanıyor olmak çok çocuksu değil mi? Bu kadar basit bir düşünce yapısına bundan 3-4 bin yıl önce kapılmış olmamız mazur gösterilebilirdi ama hala mı? Hala mı bu çocuksu kafa yapısıyla devam ediyoruz hayatımıza. İnsan gerçekten çok abartılmış bir canlı türü. Kendimizi olduğumuzdan çok çok daha fazla değerli varsayıyoruz.


Sayfa 218-219: “Çoktanrıcılık başka yerlerde de tektanrılı dinlere dönüşmeye başladı ama bu dinler sınırlı kalmıştı. Bunun en büyük sebebi de kendi evrensel mesajlarını oluşturamamalarıydı. Örneğin Yahudilik, kendi çıkarları ve önyargıları olduğuna inandığı evrenin üstün gücünün sadece küçük Yahudi ulusu ve önemsiz İsrail toprağıyla ilgilendiğini iddia ediyordu. Dolayısıyla diğer milletlere sunacağı bir şey olmayan Yahudilik tebliğci bir din olmadı. Bu aşama “yerel tektanrıcılık” olarak adlandırılabilir.


Büyük kırılma noktası Hıristiyanlıkla birlikte geldi. Bu inanç, Nasıralı İsa’nın uzun süredir beklenen Mesih olduğunu öne süren küçük bir Yahudi cemaati olarak doğdu. ……

….

Hıristiyanların başarısı 7. yüzyılda Arap yarımadasında ortaya çıkan diğer bir tektanrılı dine de model oldu: İslam. Hıristiyanlık gibi İslam da dünyanın uzak bir köşesinde küçük bir cemaat olarak doğdu ve çok daha hızlı bir şekilde Arabistan çöllerinden çıkarak Atlantik Okyanusu’ndan Hindistan’a uzanan devasa bir imparatorluğa dönüştü. O andan itibaren tektanrılı din fikri dünya tarihinde merkezi bir role kavuştu.


Tektanrılı dinler, çoktanrılı dinlerden çok daha tutucu ve tebliğçidir. ….


…. Bugün Doğu Asya dışındaki insanların çoğu tektanrılı dinlerden birine inanır ve küresel siyasi düzen de aynı temeller üzerine kuruludur.


Öte yandan, tıpkı animizmin çoktanrıcılık döneminde yaşaması gibi, çoktanrıcılık da tektanrıcılık içinde yaşamaya devam etti.”


Bu iki sayfadan kısa kısa alıntılar yaptım. Harari hızlı bir tek tanrılı dinler tarihi geçmiş. Yahudilikten, İslamiyete…. Her ne kadar kabul etmeseler de bütün bu hikayeler insanlığın kültürel evriminin bir parçası olarak okunmalı. Bizler bu konuyu bu aşamalardan geçerek algıladık ve yaşadık. Çocukken masallara inanırdık, büyüdük ama büyümek istemiyoruz. Sorumluluğu üstümüze almak istemiyoruz. Çocuk kalmak, yaşadığımız kötü hayatın sorumluluğunu bizden daha üstün olan bir güce atmak istiyoruz. Böylece aklımızı kullanarak yaşamaktan kurtulmuş oluyoruz. Zaten çok büyük bir kısmımızın kapasitesi de acı gerçekle yüzleşmeye yetmiyor. Yetenler de betin yıkamaya maruz kaldıklarının ya farkına varmıyorlar yada farkına varsalar bile bu şekilde yaşamak işlerine geliyor. Düşünmeden bir alışkanlık olarak yaşamayı tercih ediyorlar.


Sayfa 220: “Yine de teorilerle tarihsel gerçeklikler arasında hep bir uçurum olagelmiştir. Çoğu kişi tektanrı fikrini tam olarak sindirmekte zorlandı,bunlar dünyayı “biz” ve “onlar” olarak anlamaya ve evrenin tek üstün gücünü kendi dünyevi ihtiyaçları için fazla uzak ve yabancı görmeye devam ettiler. Tektanrılı dinler, diğer tanrıları büyük bir tantanayla sahneden indirdi, fakat sonradan bunları arka kapıdan geri aldılar. Örneğin Hı­ristiyanlık kendi azizler panteonunu oluşturdu ve bunlar çoktanrılı dö­nemin panteonundan pek de farklı değildi.”


İslamiyette de durum farklı değil. Müslümanım diyenlerin de aslında çoktanrılılığı farklı kılıklarda yaşadıklarını az önce yazmıştım.


İyiyle Kötünün Savaşı


Sayfa 221:Düalist dinler birbirine karşıt iki gücün varlığına inanırlar: iyi ve kötü. Tektanrıcılığın aksine düalizmde kötünün Tanrı tarafından yaratılmadı­ğına veya onun kontrolüne girmemiş bağımsız bir güç olduğuna inanılır. Düalizm tüm evrenin bu iki güç arasındaki mücadeleye sahne olduğunu ve dünyada olup biten her şeyin bunun eseri olduğunu söyler.


Düalizm çok çekici bir dünya görüşü olmuştur, çünkü insanlığın önemli dertlerinden olan meşhur Kötülük Problemi’ni çok kısa ve basit bir biçimde açıklar. “Dünyada neden kötülük vardır? Neden acı vardır? Neden iyi insanların başına kötü şeyler gelir?” TekTanrılı dinlerin her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve tamamen iyi olan bir Tanrı’nın dünyadaki bunca acıya neden müsaade ettiğini açıklayabilmek için ciddi zihinsel çaba harcamaları gerekir. Bu konuda en çok bilinen açıklamalardan biri, bunun Tanrı’nın insanların iradesini özgür bırakma yöntemi oldu­ğudur. Kötülüğün olmadığı yerde insanlar iyiyle kötü arasında seçim yapamaz ve dünyada hür irade olamazdı. Fakat bu sezgiye dayalı bir cevap olmadığı gibi başka sorular da doğurur. Hür irade insanların kötüyü seç­mesine izin verebilir ve gerçekten de pek çoğu kötüyü seçmektedir. Bu da tektanrıcı yaklaşıma göre ilahi cezalandırma gerektiren bir seçim olacaktır. Eğer Tanrı birinin kendi iradesiyle kötüyü seçeceğini ve bu yüzden de cehennemde sonsuz işkencelerle cezalandırılacağını önceden biliyorsa, onu neden yaratır? İlahiyatçılar bu tip soruları cevaplamak için sayısız kitap yazdılar. Bazıları bu cevabı inandırıcı bulurken, bazılarıysa bulmadılar. Kesin olan şey tektanrılı dinlerin Kötülük Problemi’yle başederken zorlandıklarıdır.”


Aslında tekrar ve tekrar şunu görüyoruz ki tüm dinler aslında ne kadar birbirlerinden ayrıymış gibi gözükse de özünde bir temel ihtiyacı gidermenin farklı yolları. Yani bizler öleceğini bilen canlılarız ve bunu çözemiyoruz. Ölümü aşabilmek için de bir şeyler hayal ediyoruz. Bu sırada bazı figürler çıkıp diğer kitleye yol göstericilik yapıyorlar. Bir çeşit yol haritası koyuyorlar ortaya. Fakat neticede onlar da insan ve kusurları var. Geniş kitleler kendi algıları mertebesinde filtreden geçirerek alıyorlar bu yol haritalarını. Söz konusu bilgi nesnel olmadığı için, gerçek olmadığı için, uydurma olduğu için kabul edilebilmesi için makul hale getirilmesi gerekiyor. Biraz oradan, biraz buradan yamalı bohça gibi bir hale geliyor dinler. İnsan bahane üretme, mazaret bulma uzmanı. Yeter ki kafasındaki düşünceyi realize etme gereği duysun her şeyi çok rahatlıkla kullanır.


Sayfa 222: “Düalist görüşün de kendi zorlukları vardır. Kötülük Problemi’ne çok basit bir açıklama getirmekle birlikte Düzen Problemiyle baş edememektedir. Eğer dünyada birbirine karşı iyi ve kötü iki güç varsa bunların arasındaki mücadeleyi yönlendiren yasaları kim buyurdu? ….


Önceki durumun aksine tektanrılı dinler Düzen Problemini açıklamakta mahirdir ama Kötülük Problemi’ni açıklamakta zorlanırlar. Bu bulmacayı çözmenin bir tek mantıklı yolu vardır: Tek ve her şeye gücü yeten (kadiri mutlak) bir Tanrı’nın olduğunu ve bu Tanrının da kötü olduğunu iddia etmek. Doğal olarak, tarihte kimse böyle bir inancı iddia etmeye cesaret edememiştir.”


İşte yamalı bohça durumuna güzel bir örnek bir tarafı düzelteyim derken diğer taraf potluk yapıyor. Kuran’ı okuyunca her hangi bir kadının nasıl bu kitaba gerçekten inanabileceğini inanmamıştım. Gerçekten okuyup, anlayıp da hala bu kitap da yazanların nesnel doğrularmış gibi algılanması imkansız. Sadece kadın erkek ilişkisi için de değil, genel olarak içeriğin orta yaş bunalımına girmiş, hayatından memnun olmayan, cinsellikle kafayı bozmuş, azgın bir erkeğin hayal gücünün eseri olduğunu kanıtlayan o kadar çok ayet var ki. Ben müslüman bir ülkede yaşadığım için konunun bu boyutunu bizzat biliyorum. dinin tamamen kültürel bir olgu olduğunun farkındayım. Sıradan insan için kuran, muhammed vs hiç de sanıldığı kadar önemli bir yer tutmuyor. Din düşünülerek ulaşılan bir nokta değil, içgüdülerin devreye girmesi ile ortaya çıkan bir kurum.


Sayfa 223-224: “Bununla birlikte, tektanrıcılığın yükselişi düalizmi tam olarak ortadan kaldırmadı. Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman tektanrıcılar pek çok düalist inanç ve pratiği benimsedi, ayrıca bugün “tektanrıcılık” olarak adlandırdığımız sistemin bazı en temel fikirleri aslında köken ve anlayış olarak düalisttir.


….. Ya tek ve kadiri mutlak bir Tanrı’ya ya da ikisi de kadiri mutlak olmayan iki karşıt güce inanırsınız. Oysa insanların çelişkili şeylere aynı anda inanabilme kapasitesi muazzamdır. Bu yüzden milyonlarca Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi’nin aynı anda hem bir mutlak güç sahibi Tann’ya hem de ondan bağımsız bir Şeytana inanmasına şaşırılmamalıdır.


Özellikle Gnostisizm ile Maniheizm’de hâkim olan diğer bir düalist kavram ise ruhla beden ve maddeyle mana arasındaki keskin ayrımdır. Gnostikler ve Maniheistler iyi tanrının ruhu ve manayı, kötü tanrı­nın ise madde ve bedeni yarattığını öne sürerler. ….. Cennete (iyi tanrının diyarı) ve cehenneme (kötü tanrının diyarı) inanma mantığı da köken olarak düalistti. Eski Ahit’te bu inancın izi yoktur, ayrıca insanların bedeni öldükten sonra ruhunun yaşamaya devam edeceği de iddia edilmez.


Aslında tektanıcılık, çoktanrıcılık ile düalizm ve animizm mirasları­

nın kaleydoskopudur ve hepsini tek bir ilahi şemsiye altına toplar. Sıradan bir Hıristiyan veya Müslüman tek Tanrı’ya inanırken, aynı zamanda düalist bir kavram olan Şeytan’a, çoktanrılı azizlere ve animist hayaletlere de inanmaya devam eder. İlahiyatçıların bu eşzamanlı olarak inanılan farklı, hatta birbiriyle çelişen inançlarla çeşitli kaynaklardan alınarak benimsenmiş ibadet ve ritüeller için kullandığı bir tanım vardır: Bağdaştırmacılık. Aslında bağdaştırmacılık tek başına dünyanın en büyük dini sayılabilir.”


Harari din konusunun muallaklığını çok güzel özetlemiş. İnsanların inandığını sandığı, düşündüğü şeyin arkasında aslında insanlık tarihinin tüm birikimi var. Cenneti yaratan da bizleriz, günah ve sevabı yaratan da, cinler, melekler, tanrı… hepsi kökü geçmişte olan inanışlar.


Doğanın Kanunu


Sayfa 224-225-226:Şimdiye kadar bahsettiğimiz tüm dinlerin ortak bir noktası vardır: Hepsi tanrılara veya diğer doğaüstü varlıklara inanır. Bu, esas olarak tektanrılı ve çoktanrılı inançlara yakın olan Hıristiyanlar ve Müslümanlar için oldukça açık görünür. Oysa dünyada din tarihi tanrıların tarihi anlamı­na gelmez. Milattan önceki bin yılda Afrika ve Asya’da bütünüyle yeni dinler yayılmaya başlamıştı. Hindistan’da Jainizm ve Budizm, Çin’de Daoizm ve Konfüçyüsçülük, Akdeniz havzasındaysa Stoacılık, Sinizm ve Epikürcülük, en belirgin özellikleri tanrılara inanmamak olan dinlerdi.


Bu inançlar dünyayı yöneten insanüstü düzenin, ilahi irade ve kaprislerin değil, doğa yasalarının bir sonucu olduğunu ileri sürer……


Budizmin temel figürü tanrı değil, bir insan olan Siddhartha Gautama’dır. Budist inancına göre Gautama MÖ 500 civarında küçük bir Himalaya krallığının varisiydi. Etrafında gördüğü acılardan çok etkilenen genç prens erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların sadece savaş ve salgın hastalık gibi sorunlarla değil aynı zamanda endişe, kızgınlık ve memnuniyetsizlik gibi şeylerle de boğuştuğunu ve tüm bunların sanki insan olmanın ayrılmaz bir parçasıymış gibi olduğunu görmüştü. İnsanlar zenginlik ve güç peşinde koşarken bilgi ve maddi birikim yaratıyor, erkek ve kız çocuklar dünyaya getiriyor, evler ve saraylar yapıyorlardı, ama ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman memnun değillerdi. ….. Hayat manasız bir yarıştı. Peki, bundan kaçmanın yolu neydi?


…… Yine de umutsuzluğa düş­medi ve tamamen özgürleşmesini sağlayacak bir yöntem bulana kadar çektiği dertleri incelemeye koyuldu. İnsanların çileleri ve ızdıraplarımn özünü, sebeplerini ve tedavilerini anlamak için altı yıl boyunca oturup düşündü. Sonuçta mutsuzluk ve acı bir talihsizlik, sosyal adaletsizlik veya ilahi bir heves yüzünden yaşanmıyordu. Acı, bir insanın kendi davranış örüntüleri sebebiyle ortaya çıkıyordu.


Gautama’nın içgörüsü, zihnin deneyimlediği şey ne olursa olsun genellikle bir şeyleri çok istediğini ve bunun da mutsuzluğa yol açtığını söyler. Zihin hoşuna gitmeyen bir şey yaşadığında şiddetle bu rahatsızlıktan kurtulmak, hoşuna giden bir şey yaşadığında da zevkin kalıcı olmasını ve yoğunlaşmasını ister, bu yüzden de hep doyumsuz ve huzursuzdur.”


İnsanların bir önyargısı var. Kendi inandıkları dinin tek gerçek ve doğru bakış tarzı olduğunu düşünüyorlar. Aslında bu bir yargı da değil. Düşünmeden varılan bir sonuç gibi. Yıllarca o kadar beyinleri yıkanıyor ki bir süre gerçek nedir, işin doğrusu nedir umursamaz oluyorlar. En basit şeylerden bile bihaber yaşamak sorun olmuyor insanlar için. Doğa yasalarını tanrıya bağlamadan bir şeylere inanan insanları görmek ne kadar şaşırtır bu bahsettiğim insan türünü. Dünyanın acı veren bir yer olması yani bizlerin acı çeken canlılar olmamız bu gerçeğin özünü kaçırmamıza sebep oluyor. Bizim acı çekmemizin sebebi bizim olayları nasıl algıladığımız bakış açısı aslında konunun saptırılmadan konuşulmasını da sağlayabilir. Yani eğer bu dünyada acı varsa ve ben bu acıları engelleyemiyorsam o zaman algılama biçimimi değiştirerek bu konuyu çözebilirim.


Sayfa 226:Eğer zihin keyifli ya da can sıkıcı bir şeyler yaşadığında bu olayları oldukları gibi kabul ederse, o zaman acı doğurmaz. …..


Zihnin bütün bu duyguları olduğu gibi kabul etmesini ve başka bir

şey istememesini nasıl sağlarsınız? Mutsuzluğu mutsuzluk, neşeyi neşe, acıyı acı olarak görmesini nasıl başarırsınız? Gautama zihnin deneyimleri olduğu gibi yaşamasını sağlayacak meditasyon teknikleri geliştirdi. Bu teknikler, zihnin “şu anda ne yaşıyor olabilirdim?” yerine “şu anda ne yaşıyorum?” sorusuna odaklanmasını sağlar. Bu tür bir zihinsel duruma ulaşmak zordur, ama imkansız değildir.”


Otomatik pilotta yaşama, ne yaşadığının farkına var. Kendini tanı, neyi niye yaptığını gör. Gerçekliği çarpıtma, eğip bükme. Gerçeği işine gelecek şekilde görmekten vaz geç. Bu bir din değil aslında. Bu yaşamla baş etmenin en sağlıklı yolu.


Sayfa 227: “Nirvana’ya ulaşanlar tüm acılardan arınır, gerçeği olabilecek en yüksek netlikte, fantezilerden ve hayallerden arınmış olarak deneyimlerler. Elbette yine tatsız ve acı dolu deneyimler yaşarlar ancak bunlar ızdıraba yol açmaz. Sürekli arzulamayan, acı çekmez.


“Buddha”, yani “aydınlanmış kişi” ….. Arzular acı çekmeye sebep olur, acı çekmekten tamamen kurtulmanın tek yolu da arzu duymaktan tamamen kurtulmaktır. Bunu yapmanın tek yolu da gerçekliği olduğu gibi yaşaması için zihni eğitmektir.


Dharma veya Dhamma olarak bilinen bu öğreti Budistler tarafından doğanın evrensel yasası olarak bilinir. Tıpkı modern fizikte e’nin hep mc2’ye eşit olması gibi, “acı arzudan doğar” kuralı her zaman ve her yerde geçerlidir. ….. Tektanrılı dinlerin ilk prensibi şudur: “Tanrı vardır. Benden ne istiyor?” Budizmin ilk prensibi ise “Acı vardır. Acıdan nasıl kaçınabilirim”dir.”


Bizim gibi tanrının varlığının öğretildiği yerde yaşayanlar da uzak doğuda tanrısız dinlere inananlar da aslında benzer acıları yaşıyorlar. Öleceğini her iki taraf da biliyor, adalaetsiz bir dünyada olduğunun her iki taraf da farkında. Bizim ürettiğimiz çözüm çok aptalca. Dünyada acılara sebep olan varlık da buna çözüm öneren de aynı varlık. Ve şunu sormuyorsun kendine ve tanrıya. neden ve nasıl bu çelişkiyi giderecek bir düzen kurmadın. Ya acıyı ortadan kaldır yada ben acılardan bu kadar etkilenmeyeyim. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu bir durum var. Acı var ve ben bu acı ile yüzleşeceğim ve bu acının üstesinden geleceğim diyerek sahip olduğun tek hayatı da boşa yaşamadan geçirebilirsin.


Dinin Kanunu bölmünün buraya kadar olan kısmı insanın doğayla baş etmek için izlediği yolların kısa bir özeti idi. Harari çok akıcı ve çarpıcı şekilde insanın din ile olan ilişkisini anlatıyor. Şimdi gelen başlık farklı bir bakışla insanlık tarihini değerlendiriyor.


İnsana Tapınmak


Sayfa 228: “Modern çağ liberalizm, komünizm, kapitalizm, milliyetçilik ve Nazizm gibi yeni birtakım doğa dinlerinin yükselişine tanık olmuştur. Bu inançlar kendilerine din değil, ideoloji adını verirler ama bu sadece anlambilimi ilgilendiren bir çabadır. Din insanüstü bir düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar sistemiyse, Sovyet Komünizmi İslam’dan daha az din değildir."


İdeoloji ile din ayrımı yapılmaması ne derece doğru? Tersini söylersek dine de ideoloji gözüyle bakarsak ne anlarız.? Neden ideolojiler var? Ne işe yarıyorlar? Bir arada yaşarken yaşadığımız sorunları çözmek için oluşturmadık mı bunları? Yada bir arada en verimli şekilde yaşayabilmek için… Dinin de böyle bir işlevi var mı? Din de bir arada yaşayabilmemizin bir yolu mu? Dinin toplumsal, bir görevi var ama tek görevi bu değil. Dinin teskin edici, rahatlatıcı, adalet duygusunu telafi edici, korkularla yüzleşmeyi kolaylaştırıcı ve daha bir çok sosyal ve psikolojik katkıları var. İdeolojilerin de var mı?


Harari sonraki paragrafta ideolojiler ve dinler arasındaki benzerlikleri yazıyor ve eğer bu benzetme size uymuyorsa bir gruba din diğerine ideoloji demeye devam edin diyor. Şu aşağıdaki alıntı ile devam ediyor.


Sayfa 229-230: “Bu inançları, tanrı merkezli dinler ve doğal yasalara dayandığını iddia eden dinler olarak ikiye ayırabiliriz, ama tutarlı olmak için en azından bazı Budist, Daoist ve Stoacı mezhepleri, bu durumda dinden ziyade ideoloji olarak tanımlamamız gerekir. Buna kar­şın, pek çok modern ideolojide tanrı inancının sürdüğünü ve bu ideolojilerin, özellikle liberalizm gibi bazılarının, bu tür bir inanç olmadan anlamsız kaçacağını da unutmamalıyız.


Din insanüstü bir düzene olan inanç üzerine kurulu bir insani değerler ve normlar sistemidir. Görelilik teorisi bir din değildir çünkü (en azından şimdiye kadar) bu teori üzerine kurulu herhangi bir insan normu veya de­ğeri ortaya çıkmamıştır. Futbol da din değildir çünkü kimse futbol kurallarının insanüstü buyrukları yansıttığını öne sürmez. İslam, Budizm ve Komünizm ise dindir çünkü üçü de insanüstü bir düzene olan inanç üzerine kurulu bir insan normları ve değerleri sistemidir. (“İnsanüstü” ile "doğaüstü” arasındaki farka dikkat edin. Budistlerin doğa yasası ve Marksistlerin tarih yasası olarak tanımladıkları şeyler insanüstüdür, çünkü insanlar tarafından yaratılmamıştır. Ancak ikisi de doğaüstü değildir.)


Sayfa 230: “Özellikle de aralarında belirgin sınırlar olmadığı için tüm modern inanç­ların tarihini incelemek imkansızdır. Bu inançlar en az tektanrıcılık veya Budizm kadar bağdaştırıcı ve karmaşıktır. Tıpkı bir Budist’in Hindu tanrılarına tapınması veya bir tektanrılı inanca mensup birinin Şeytan’ın varlığına inanması gibi, günümüzde sıradan bir Amerikalı, aynı anda hem milliyetçi (Amerikan ulusunun varlığına ve tarihte oynayacağı role inanır), hem serbest piyasa destekçisi bir kapitalist (serbest rekabetin ve bireysel çıkarların en müreffeh toplumu yaratacağına inanır) hem de liberal bir hümanist olabilir (insanların yaratıcıları tarafından birtakım karşı konulamaz haklarla doğduğuna inanır).


Teist dinler tanrılara tapınmaya odaklanır (bu yüzden de adlan Yunanca tanrı demek olan theos’tan gelen “Teist”tir). Hümanist dinlerse insanlığa, daha doğru bir ifadeyle Homo sapiens’e tapınırlar. Hümanizm Homo sapiens’in kendine özgü kutsal bir doğası olduğuna ve bu yüzden tüm diğer hayvanlardan ve varlıklardan temelde farklı olduğuna yönelik bir inançtır. Hümanistler Homo sapiens’in bu kendisine özgü doğası­nın dünyadaki en önemli şey olduğuna ve evrende olup biten her şeyin manasını belirlediğine inanırlar. Homo sapiens’in iyiliği her şeyin üzerindedir ve dünyanın geri kalanıyla tüm diğer canlılar insan türünün faydası için yaşarlar.


Tüm hümanistler insanlığa tapınırlar, ancak insanlığın tanımında uzlaşamazlar.


Harari burada, Hümanistler insana tapıyorlar diyerek, iddialı bir önermede bulunuyor. Hümanizmin merkezinde insan var ama bu hümanistin insana tapmasını gerektirir mi bilemiyorum. Hümanizmde doğaüstü güçlere tapınma yoktur ama illa ki bir şeye tapınılacak diye bir kaide var mı bilemiyorum. Biraz provokatif cümleler kurduğu kesin. Devam edelim.

Sayfa 230-231: “Tıpkı Hıristiyanların ve Müslümanların Tanrı’nın kesinkes tanımı üzerinde anlaşamayarak mezheplere bölünmeleri gibi, hümanizm de “insanlık”ın ne olduğu konusundaki tanım farklılığı yüzünden üç rakip mezhebe bölünmüştür. Günümüzün en önemli hümanist mezhebi, “insanlık”ın en temel özelliğinin bireysellik olduğunu, bu yüzden de birey özgürlüğünün kutsal olduğuna inanan liberal hümanizmdir. Liberallere göre insanlığın kutsal niteliği her bir Homo sapiens bireyin içinde yer alır, birey olarak insanların içindeki bu öz dünyaya anlam katar ve tüm ahlaki ve siyasi otoritenin de kaynağıdır. Bu yüzden, etik veya siyasi bir ikilemle karşılaştığımızda kendimize dönerek iç sesimizi dinlemeliyiz, yani insanlığın sesini. Liberal hümanizmin temel ilkeleri, içimizdeki bu sesi dışarıdan müdahalelere ve gerçekleşebilecek zarara karşı korumaktır. Bu ilkelerin oluşturduğu bütüne “insan hakları” diyoruz.

…….

Liberal hümanizm insanları kutsallaştırsa da Tanrı’nın varlığını yok

saymaz, hatta tektanrılı inançlar üzerine kuruludur. Her bireyin özgür ve kutsal bir doğası olduğuna ilişkin liberal inanç, özgür ve ebedi bireysel ruhlara inanan Hıristiyanlıktan doğrudan miras alınmıştır. Ebedi ruhlar ve yaratıcı Tanrı dışarıda bırakılınca, liberaller için birey olarak Sapienslerin nesinin bu kadar özel olduğunu açıklayabilmek giderek zor hâle gelmiştir.”


Bu alıntıdan sonra Harari’nin tam olarak neyi kastettiği biraz daha iyi anlaşılıyor. Aslında liberalizm de aynen diğer tüm dinler gibi öncüllerinden aldığı mirasa eklemeler yaparak gelişiyor. Nasıl ki islamiyet tek başına bir anlam ifade etmiyorsa sırtını insanlık tarihinine, yazılmış olan destan, masal, mitlerine dayıyorsa liberalizm de aynısını yapıyor. Bireylerin özgürlüğü ve kutsallığına yaptığı vurguyu hristiyanlıktan aldığını söylüyor.


Sayfa 231-232: “Diğer bir önemli mezhep de sosyalist hümanizmdir. Sosyalistler “insanlığın” bireyselden ziyade kolektif olduğuna inanırlar. Her bir bireyin iç sesinin değil, Homo sapiens türünün tamamının kutsallığına inanırlar. Liberal hümanizm bireysel özgürlüğü hedeflerken, sosyalist hümanizm tüm insanlar arasında eşitliği hedefler. Sosyalistlere göre eşitsizlik insan kutsallığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir; insanların evrensel özünden ziyade daha önemsiz özelliklerini öne çıkarır. Örneğin zenginler fakirlerden daha ayrıcalıklı olduğunda, parayı hem zengin hem de fakirlerde aynı olan özden daha fazla önemsiyoruz anlamına gelecektir.


Liberal hümanizm gibi sosyalist hümanizm de tektanrıcı temeller üzerine kuruludur. Tüm insanların eşit olduğu fikri tüm ruhların Tanrı önünde eşit olduğu biçimindeki tektanrıcı görüşün modernize edilmiş hâlidir. Geleneksel tektanrıcılıkla bağı olmayan tek hümanist mezhep, en ünlü temsilcisi Naziler olan evrimsel hümanizmdir. Nazileri diğer hü­manist mezheplerden ayıran şey, evrimden çok etkilenmiş farklı bir “insanlık” tanımları olmasıydı. Diğer hümanistlerin aksine Naziler, insanlı­ğı evrensel ve ebedi bir şey olarak değil, evrim geçirebilen ya da bozulabilen bir tür olarak görüyordu. İnsanlar “üstün insan” olabileceği gibi “alt insana” da dönüşebilirdi.”


Sanırım Harari’yi ve kitabını çok sevmeme yol açan son paragraflarda yaptığım bu uzun alıntılar. Daha önce düşünmediğim tarzda düşünmeme, olaylara bakmadığım tarzda bakmama sebep olduğu için çok sevdim onu ve yazdıklarını. Ne liberalizmi ne sosyalizmi daha önce bu şekilde algılamıştım. Çok beyin açıcı oldu benim için. Bu konulara belki bu tarzda yaklaşan başkaları da vardır ama benim sınırlı okumalarımla gördüğüm en orjinal bakış olduğunu söyleyebilirim.


Harari sonraki kısımda Evrimsel Hümanizm bakış açısını ele alıyor. Nazilerin öne sürdüğü insanın bir kısmının saflığı üzerine kurulu bir düzenden bahsediyor. Bu kısımı geçiyorum.


Sayfa 235-236: “Aynı zamanda liberal hümanizmle en son bilimsel bulgular arasında giderek büyüyen devasa bir uçurum oluşuyor ve bu uçurumu daha fazla görmezden gelemiyoruz. Liberal siyasi ve hukuki sistemlerimiz her bireyin kutsal, bölünemez ve susturulamaz bir iç dünyası olduğu varsayı­mına dayanır; yaşamımıza anlam katan bu iç dünya, tüm ahlaki ve siyasi otoritenin de kaynağıdır. Bu, her bireyin özgür ve ebedi bir ruh olduğuna inanan geleneksel Hıristiyan inancının yeniden doğmuş hâlidir. Yine de geçtiğimiz iki yüz yıldan uzun bir süre boyunca, doğa bilimleri bu inancı sürekli zedelemiştir. İnsan organizmasının işleyişini inceleyen bilim insanları, ruh diye bir şey bulamamış ve giderek, insan davranışının hormonlar, genler ve sinapslar tarafından yönlendirildiğini, iradenin o kadar da etkili olmadığını iddia etmişlerdir. Davranışı belirleyen bu güçler şempanzeler, kurtlar ve karıncalarda da aynıdır. Hukuki ve siyasi sistemlerimiz bu tür uygunsuz keşifleri genelde görmezden gelir. Samimi olarak merak ediyorum, biyoloji bilimiyle hukuk ve siyaseti ayıran duvarları daha ne kadar koruyabileceğiz?”


Bu alıntıyla bu kapsamlı bölüm de bitmiş oluyor. İnsanı birleştiren şeylerden para, imparatorluk ve şimdi de dini görmüş olduk. Tüm insanlar öyle yada böyle bir şekilde bir şeylere inanmak istiyor. Bilimin gelişmediği dönemlerden kalan dünyayı eksik ve yanlış şekilde açıklayan dinlerin ardından yaşamımızı yönlendiren ideolojilerin de amacı bir arada yaşamamızı sağlamak. İnsanlık bana göre henüz çocukluk aşamasında. Toplam olarak tüm insanlık “yaşam”a hala bir çocuk gibi tepki veriyoruz. Aklını kullanmak, dayatmalara göğüs germek, ne yaşadığının farkına varmak, ayaklarının üstünde durmak, sorumluluğunu görmek, kabul etmek ve ona göre davranmak hala birçokları için çok zor.


Acı gerçeği gördüğümüzde onunla yüzleşmek için kendimizi hazırlamış olmamız gerekiyor. Ölüm bir gerçek ve ölüm bir son. Bunu saptırmadan, çarpıtmadan olduğu gibi kabul edip sahip olduğumuzu tek “yaşam”ı boşa harcamamalıyız.


Üçüncü kısımın son alt başlığı Başarının Sırrı bir sonraki ve son bölüm. Bu yazı da bu şekilde bitiyor.


Comments


bottom of page