3. Kısımın son alt başlığına geldik. Başarının Sırrı. İnsanoğlunun Birleşmesi bölümü bu şekilde bitiyor.
Sayfa 237: “TİCARET, İMPARATORLUKLAR VE EVRENSEL dinler, eninde sonunda dünyanın tüm Sapienslerini bugün içinde yaşadığımız küresel dünyada birleştirdi. Bu genişleme ve birleşme süreci, elbette durağan ve pürüzsüz değildi. Daha geniş açıdan bakarsak, çok sayıda küçük kültürden az sayıda büyük kültüre ve en sonunda tek bir küresel topluma geçiş, muhtemelen insanlık tarihinin dinamiklerinin kaçınılmaz bir sonucuydu.”
İnsanın neden bugün bu noktada olduğunun açıklamasını yapmaya çalışıyor Harari. Yalnız da değil bir Sosyal Bilimlerin belki de asıl amacı bu. Neden bugün bu noktadayız? Parayı, devletleri, dini yaratmış olmamız boşuna değil. Bir şekilde bu dünyanın patronu olduk.
Neden ve nasıl bu hale geldik? Yada Harari şunu soruyor, tamam küresel bir dünya yarattık ama bu şekilde olmak zorunda mıydı?
1. Sonradan Anlama Yanılgısı
Sayfa 237: “Tarihteki her an bir dönüm noktasıdır. Geçmişten bugüne tek bir yol gelir, ancak bugünden geleceğe giderken çatallaşarak sonsuz sayıda seçenek sunar. Bu yolların bazıları daha geniş, daha konforlu veya daha belirgindir, dolayısıyla da bu yolların seçileceğini öngörebiliriz, ancak bazen tarih -ya da tarihe yön verenler- beklenmedik yollara sapabilmektedir.”
Sayfa 238: ““Nasıl”ı tarif etmekle “neden”i açıklamak arasındaki fark nedir? “Nasıl”ı tarif etmek, birbirini izleyen belirli bir olaylar dizisini yeniden kurmaktır. “Neden”i açıklamak ise, diğer bütün olayları hariç tutarak bu olaylar dizisinin meydana gelişindeki sebep sonuç ilişkilerini bulmaktır.
….. Belirli bir tarihsel periyodu daha iyi bildikçe, olup bitenin neden şu veya bu şekilde meydana gelmiş olduğunu açıklamak daha zor hâle gelir. Belli bir dönem hakkında sadece yüzeysel bilgi sahibi olanlar, genellikle eninde sonunda baskın hâle gelmiş olasılığa odaklanırlar ve geriye dönük bir bakışla neden bu sonucun aslında kaçınılmaz olduğunu kanıtlamaya çalışırlar. Konu hakkında daha derinlemesine bilgi sahibi olanlar ise tercih edilmeyen yolları daha iyi fark ederler.”
Sayfa 239: “Tarihin altın kurallarından biri, geriye dönüp bakınca bariz olarak görünen şeyin olay esnasında son derece belirsiz olmasıdır.
Burada özellikle belirtilmesi gereken bir nokta, o anda yaşayanlara çok düşük ihtimal gibi görünen şeylerin sıkça gerçekleşmesidir.”
Hayatın tesadüflerden oluştuğunu nedense kabul edemiyoruz. Sanki her yaşanan olay yaşanmak zorundaymış gibi, sanki yaşanılan şeyler bir yerde yazılıymış da bizler bu yazılı metni oynayan oyuncularmışız gibi düşünüyoruz. Sanırım böylesi daha işimize geliyor. Diğer türlü belirsizlik demek oluyor ve bizler belirsizliği sevmiyoruz.
Bir de hayat bir kişiye bağlı değil ki. Müthiş bir olasılıklar silsilesi içinde yaşıyoruz. Burada bir kelebeğin kanat çırpmasının bir başka yerde fırtına rüzgarlarına sebep olması gibi. Öyle büyük bir ilişkiler ağı ki hangi sonuca hangi şey sebep oldu bilmek mümkün değil.
Sayfa 240: “Tarihin determinist olmadığını kabul etmek bugün pek çok insanın milliyetçiliğe, kapitalizme ve insan haklarına inanmasının bir tesadüf olduğunu kabul etmek demektir.
Tarih determinist bakışla açıklanamayacağı gibi, kaotik olduğu için de öngörülemez. Tarihte o kadar çok etken o kadar karmaşık biçimde etkileşime girer ki, en ufak değişiklikler bile sonuçta çok büyük farklar yaratabilir. Buna ek olarak, tarih “ikinci seviye” bir kaotik sistemdir. Kaotik sistemler iki tiptir; birincisi öngörüye göre değişmeyen kaotik sistemdir. Örneğin hava durumu birinci seviye bir kaotik sistemdir. Çok sayıda şeyden etkilenmekle birlikte giderek daha fazla sayıda etmeni dikkate alan bilgisayar modellemeleri geliştirerek giderek daha iyi hava tahminleri yapabiliriz.
İkinci seviye ise öngörülere göre değişen kaos tipidir, bu nedenle de asla tam doğru olarak tahmin edilemezler. Piyasalar ikinci seviye kaotik sistemlerdir. …..
Siyaset de ikinci seviye bir kaotik sistemdir. Çoğu kimse, Sovyetologları 1989 devrimlerini, Ortadoğu uzmanlarını da 2011’de meydana gelen Arap Baharı’nı öngöremedikleri için eleştirmiştir, ancak bu haksızlıktır. Devrimler tanım gereği öngörülemezler. Öngörülebilir bir devrim asla patlak vermez.”
Sayfa 241: “Fizik veya ekonominin aksine, tarih doğru ve tutarlı tahminlerde bulunmak için uygun araç değildir. Geleceği bilmek için değil, ufkumuzu genişletmek, mevcut durumumuzun ne doğal ne de kaçınılmaz olduğunu anlamak ve sonuç olarak önümüzde akla hayale gelmeyecek olasılıklar bulunduğunu anlamak için tarih okuyoruz.”
Mevcut durumumuzun kaçınılmaz olmadığını bilmek gelecek açısından umut verici değil mi? Yani bugün içinde bulunduğumuz koşullardan memnun değilsek ilerde değişebileceğine dair bir beklenti içinde olmamamız için sebep yok.
2. Kör Kleio
Sayfa 241: “Tarihin yaptığı seçimleri açıklayamayız, ama bunlar hakkında önemli tespitlerde bulunabiliriz: Tarihin seçimleri insanlığın faydası için yapılmamıştır. Tarih ilerledikçe insanların iyilik ve mutluluğunun geliştiğine dair hiçbir kanıt yoktur. İnsanlara iyi gelen kültürlerin daha başarılı olduğuna ve iyi yayıldığına, buna karşılık insanlar için daha az iyi olan kültürlerin ortadan kaybolduğuna dair de kanıt yoktur. ….
Tarihin insanlığın yararına dönük ilerlediğine dair kanıt yoktur, çünkü bu tür bir yararı nesnel şekilde ölçebilecek bir ölçüden yoksunuz. Farklı kültürler iyiyi farklı şekillerde tanımlar ve bunlar arasında karar verebilmek için elimizde bir ölçü yoktur.“
İşte bu durum maalesef benim için çok büyük bir tartışma konusu. Şu an itibari ile hem Afganistan'da hem de Türkiye'de hem de İsveç'te yaşayan bir kadın olduğumuzu düşünelim. Yani bu ülkelerde birinde yaşadığımızı farz edelim. Tamam doğru ile yanlış yok ama Afganistan'da yaşayan bir kadın olmakla İsveç'te yaşayan bir kadın olmak arasındaki devasa farkı da bir şekilde dile getirmemiz gerekiyor. Doğru diye bir şey yoktur, her insanın, her toplumun kendisine ait doğruları vardır. Birisine neden Allah’a inanıyorsun diyemeyeceğin gibi neden inanmıyorsun da diyemezsin, Bir kişiye inancını nasıl yaşayacağını dayatamazsın. Senin doğrun mutlak doğru değil. Bu tartışmalar yapılabilir ama ben bir yerde, bir şekilde daha doğru olan bir şeylerin de olması gerektiğini düşünüyorum.
Sayfa 242: “Giderek daha fazla sayıda akademisyen, kültürü bir zihinsel enfeksiyon veya parazit gibi değerlendirerek, insanları da bu parazitlerin yaşadığı konaklar olarak tanımlıyorlar. Virüs gibi organik parazitler, kendilerini ağırlayan bedende yaşar ve çoğalarak bir bedenden öbürüne yayılır, zayıf düşürür hatta bazen ölümüne sebep olurlar. Parazitin başka bir bedene geçişine izin verecek kadar yaşadığı müddetçe ağırlayanın sağlık durumu paraziti ilgilendirmez. Kültürel fikirler de insanların zihninde bu şekilde yer alır, birinden öbürüne yayılır ve zamanla ağırlayanı zayıf düşürür, hatta bazen ölümüne sebep olur. Kültürel bir öğe (örneğin Müslümanların bulutların üstündeki cennete veya Komünistlerin burada yeryüzündeki cennete inançları) bazen ölüm pahasına dahi olsa insanları belli bir fikri yaymaya ikna eder. Böylece insan ölür, fakat fikirler yaşamış olur. Bu yaklaşıma göre kültürler (Marksistlerin genellikle düşündüğünün aksine) birtakım kötü niyetliler tarafından insanları istismar etmek için üretilmiş komplolar değildir; daha ziyade, kültürler tesadüfen ortaya çıkan ve ortaya çıktıktan sonra etkilenen herkesten faydalanan zihinsel parazitlerdir.
Bu yaklaşım zaman zaman memetik olarak adlandırılır ve tıpkı organik evrimin “gen” adı verilen organik bilgi birimlerinin yeniden üretilmesine dayanması gibi, kültürel evrimin de “mem” adı verilen kültürel bilgi birimlerinin yeniden üretilmesine dayandığını iddia eder. Dolayısıyla başarılı kültürler diğer insanlara maliyeti ve faydası ne olursa olsun memlerini yeniden üretmekte başarılı olan kültürlerdir.”
Eğer bu doğruysa yani bizler bir şekilde ortaya çıkmış olan kültürlerin taşıyıcıları isek içine doğduğumuz kültürün sadece bir figüranıyız demektir. Bu da ne kadar değersiz ve önemsiz olduğumuzun kanıtıdır o zaman. Sadece aramızdan bazıları kültür üzerinde etkide bulunabilecek derecede güçlü kıvılcımlar sıçratabiliyoruz. Bu kişiler de Darwin, Newton, Freud gibi bilim insanları; Dostoyevski, Kafka, Mozart gibi sanat insanları, Atatürk, Hitler, Stalin gibi siyaset insanları, Muhammed, İsa, Buddha gibi din insanları oluyor.
İster Afganistan'da yaşaması engellenen bir kadın olalım, ister Türkiyede maddi zorluklar çeken bir kişi, ister tatilini Phuket Adalarında geçirebilen bir Alman… her birimiz bir figüran olarak bu dünya üzerindeki görevimizi tamamlayıp göçüp gideceğiz bu dünyadan. İşin özü bu, acı gerçek bu.
Sayfa 242-243: “... bu akademisyenlerin pek çoğu memetiğin ikiz kardeşine gönülden bağlıdır: postmodernizm. Postmodernist düşünürler kültürlerin yapıtaşı olarak memlerden ziyade söylemlerden bahsederler, ancak onlar da kültürlerin insanlığın iyiliğini umursamadan kendilerini yaymaya çalıştığını kabul ederler. Örneğin milliyetçiliği 19. ve 20. yüzyıllarda ortalığa yayılan ölümcül bir salgın olarak tanımlarlar ve savaşların, baskının, nefretin ve soykırımın sebebi olarak görürler. Öyle ki, bir ülkenin insanların bu salgına kapıldığı anda komşu ülkeler de buna kapılıyordu. Herkesi insanların iyiliği için çalıştığına inandıran milliyetçilik virüsünün, insanlardan çok kendisine faydası vardı.”
İşte bu noktada dünyanın her yerinde aynı kültürel birikimin olmamasının sebebini de görmüş oluyoruz. Yani Avrupa topraklarında filizlenen demokrasi, insan hakları vs. gibi bugün aydınlanmış ve aklı ile yaşayan insanlara makul gelen şeyler, geri kalmış ülkeler de bir sapkınlık olarak görülüyor. Neden? Neden islam ülkelerinde demokrasi, insan hakları, eşitlik, bireysel haklar uygun bulunmuyor. Tamamen tarihsel süreç içinde şu anda bu coğrafyada olanlar bunu miras olarak aldıkları için. Bu kadar basit. Soran, sorgulayan, bu yaşananlar bize dayatılan şeyler diyenler içinde oldukları kültürle uyumsuz olanlar depresif bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar.
Bir kaç paragraf önce sorduğum herkesin kendisine ait doğruları nasıl kabul edebiliriz sorusunun cevabı da bu aslında. Kabul etmek zorunda değiliz. Çünkü Afganistan her ne kadar kendi doğrusunu savunsa da bizler yani alternatifini bilenler onun yanlış olduğunu biliyoruz. Afganda içine doğduğu kültürü devam ettiriyor, İsveçli de ama şunu biliyoruz ki insan kendisine en az dayatılan kültürde ancak kendisi gibi yaşayabilir. Yani bir yerde ne kadar çok dayatma varsa orada o kadar çok yanlış vardır.
Sayfa 243: “Adına ne derseniz deyin (oyun teorisi, postmodernizm veya memetik) tarihin dinamikleri insanlann iyiliğini ve mutluluğunu artırmaya dönük değildir. Tarihteki en başarılı kültürlerin Homo sapiens için en iyisi olduğunu düşünmemiz için hiçbir kanıt ya da veri yoktur. Tıpkı evrim gibi, tarih de bireysel organizmaların mutluluğunu yok sayar, dikkate almaz. Bireyler de genellikle tarihin akışını kendi lehlerine değiştirebilmek için çok bilgisiz ve güçsüzdürler. Tarih bir dönemeçten öbürüne yol alırken bilinmeyen, gizemli bir sebeple önce bir yolu, sonra ötekini seçer. 1500 yılı civarında tarih en önemli seçimini yaparak sadece insanlığın değil, muhtemelen gezegendeki tüm yaşamın da kaderini değiştirdi. Biz bu değişime Bilimsel Devrim adını veriyoruz. Bu devrim, tarihte o döneme kadar önemli bir rol oynamamış, Afrika-Asya’nın en batı ucunda bir yanmada olan Batı Avrupa’da başladı. Çin veya Hindistan gibi o kadar yer dururken, Bilimsel Devrim neden orada başladı? Neden ikinci bin yılın ortasında başladı da iki yüz yıl önce veya üç yüz yıl sonra başlamadı? Bunların cevabını bilmiyoruz. Akademisyenler bununla ilgili onlarca teori ortaya attılar ama bunların hiçbiri kesin olarak ikna edici değildir.”
Benim yazdıklarımı şu tespitle dile getiriyor Harari: “Bireyler de genellikle tarihin akışını kendi lehlerine değiştirebilmek için çok bilgisiz ve güçsüzdürler.” Tam olarak bu haldeyiz. İster kabul edelim, ister etmeyelim, durum bu. Kabul etmezsen yani bu gerçeği yadsıyarak devam edersen bir kandırmaca içinde yaşamaya da devam edersin. Kendini olduğundan daha güçlü ve bir şeyleri değiştirebilecek gibi hissediyor olabilirsin ama maalesef bu doğru değil.
Bu farkındalık insanın içini acıtıyor. İnsan çok değerli ve dünyada bir şeyleri değiştirebilecek bir kapasitede olduğunu hayal ediyor. Çocukken, ortaokul, lisede ileride bir Newton, Einstein olabileceğimi düşünürdüm. Var olan insanlık mirasına katkıda bulunabilmeyi hayal ederdim. Bir insan olarak yaşamamın bu şekilde anlamlı olacağını düşünürdüm. Çocukluk işte. Bugün de oğluma sorduğumda ilerde ne olacaksın diye astronot diyor, doktor diyor, yazar diyor o da aynen benim gibi insanlığa çok büyük katkılar sağlayabilmenin hayalini kuruyor. Bunda bir sorun yok. Tabi ki öyle olacak ama bunu 40 yaşına geldiğin halde hala yapabileceğini sanıyorsan o zaman aptallıktan başka bir şey yaptığını söylemek zor değil.
Bir aile, şehir, ülke içinde belli maddi sınırlılıklarla bu dünyadasın. Çok özel bir yeteneğin de yoksa sıradan bir hayatın olacak. Hepsi bu. Eğer bir istisna değilsen kurala uyarak devam edeceksin. Sınırların içinde yapabildiğinin en iyisini yapmaktan başka çaren yok. İyi bir çocuk yetiştirmek belki de bırakabileceğin en anlamlı miras.
Üçüncü kısım bitti. Bilişsel Devrimi, Tarım Devrimini, Ve insanların tüm dünyada birleşerek hakimiyet kurduğu kalemleri gördük. Sırada son bölüm var. Bilimsel Devrim. 7 alt başlık var.
Comentarios